DIŞ politika ontolojik boyuta sahip bir alandır; devletler uluslararası yapılar altında “biri” olmak çerçevesinde ulusal çıkarlarını ve dış politikalarını belirlerler. Bu sebeple devletlerin dış politikalarını ve dış politikada yaşadıkları değişimleri anlamak için uluslararası yapılar ve bu yapılardaki dönemsel değişimler ile aktörlerin kendilerini ve çevrelerini nasıl algıladıklarına ve bu algılardaki değişimlere bakmalıyız. Bu iki boyutu hesaba katmadan Türkiye’nin son dönemde dış politikada yaşadığı değişimlerin ve attığı adımların anlaşılması mümkün değil.
Modern uluslararası sistemin Osmanlı, Avrupa ve Rusya gibi üç farklı medeniyet havzasını kapsayan bölümünde 18. yüzyılda yeni bir uluslararası düzene geçildi. Yükselişe geçen Avrupa ve Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğu merkezî konumunu kaybederek çevreye itildi. Osmanlı (ve daha sonrasında Türkiye Cumhuriyeti), Avrupa ile Rusya arasındaki hegemonya mücadelesinin ortasında kaldı. Batılı devletlerin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya nüfuz etmesiyle birlikte diğer Müslüman toplumlarla kurulan ortak fiziksel ve kültürel birlik zamanla zayıflayarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinde tamamıyla sona erdi. Öncesinde sistemi bir dereceye kadar domine eden ve sistemde kural koyan Osmanlı ve sonrasında Türkiye, fiziksel ve kültürel varlığını korumak için Batı’nın hegemonik güç olduğu uluslararası sisteme eklemlenme doğrultusunda defansif siyaset ve stratejiler geliştirmek zorunda kaldı. Bu tarihî olgular ışığında Türk dış politikasını şu üç gerilim noktası üzerinden okumak mümkün: Batı-Rusya, Batı-İslam dünyası ve Batı-ulusal egemenlik.
Yayılmacı politika izleyen ve toprak bütünlüğünü tehdit eden Rusya karşısında Türkiye, kendisini Rusya’ya karşı tampon devlet olarak kullanan Batı bloğunda yer almayı tercih etti. Bu tercih, özellikle Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin Batılı kimliğinin yerleşmesi için de önemliydi.
Batı-İslam dünyası gerilimi ise Türkiye’nin dış politikadaki yöneliminin ait olduğu iki kültürel-coğrafi birimden -Avrupa ve Ortadoğu- hangisine doğru olacağı ve Ortadoğu’da Batı ile Müslüman topluluklar arasındaki çatışmalarda Türkiye’nin hangi tarafta yer alacağı konularını kapsamaktaydı. Türkiye’nin kendisini Batılı bir devlet olarak inşa etme çabası, Türk dış politikasını Ortadoğu’ya sırtını dönme ve Avrupa’ya yönelme doğrultusunda şekillendirdi. NATO’ya katılım ve AB üyelik başvurusunun temelinde bu eğilimi görmek mümkün. Türkiye zaman zaman Ortadoğu’da Batı’nın temsilcisi gibi davranma yoluna da gitti. İngiltere’nin başını çektiği 1955 Bağdat Paktı, bu çerçevede değerlendirilebilir. Ayrıca Ortadoğu’da Batı ile Müslüman topluluklar çatıştığında Türkiye, Batı tarafında yer almayı seçti. İsrail’i ilk tanıyan Müslüman devlet olması ve İsrail-Arap mücadelesinde İsrail’den yana tavır koyması da buna örnek olarak verilebilir.
Türkiye, Rusya ve İslam dünyası ile olan ilişkilerinde Batılı kimliğinin belirlediği ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etme kolaylığını, ulusal egemenliğini ilgilendiren konularda ne yazık ki bulamadı. Batı’nın hegemonik güç olduğu uluslararası sisteme entegre olma arzusu ve sistemin dayattığı çıkarlar ile kendisini bu sistem içinde otonom bir siyasi birim kılacak ulusal egemenliğini yeniden üretme ve bunun öngördüğü çıkarlarını dengeleme konusunda zorlu tercihler yapmak zorunda kaldı. Türkiye’nin bu konudaki tavrı genel itibarıyla Batılı kimliğine halel getirmeden ulusal egemenliğinin belirlediği çıkarlarına göre hareket etmek oldu. Rejimin ve devletin kurumsal yapısının meşrulaştırılmasında ve devamında büyük önem taşıyan bu gerilimin en bariz örnekleri Kıbrıs sorunu ve Ermeni meselesidir.
Dış politika tercihleri konusundaki bu netlik 90’larla birlikte sona erdi. Rusya-Batı çatışmasının etkisini kaybetmesi, AB üyeliği bağlamında devletin kurucu Kemalist ideolojisinin Batı’dan köklü bir eleştiriye maruz kalması ve ülke içinde Kemalist hegemonyaya karşı toplumsal aktörlerin (özellikle İslami grupların) politik ve kültürel meydan okuması Türkiye’yi derin bir kimlik krizine soktu. Bu krizi aşmak için Kemalist rejimin devamını sağlayacak şekilde dış politikada yeni bir ulusal kimlik ve ulusal çıkar tanımlama arayışı başladı. Her ne kadar ülkenin Batı ile İslam dünyası arasındaki stratejik konumunu ön plana çıkaran “köprü ülke” rolüyle Batı’yla yakın ilişkiler sürdürülmeye çalışıldıysa da, ilk defa ciddi anlamda buna alternatif olarak Rusya, Ortadoğu, Türk dünyası ve Afrika ile daha yakın ilişkiler kuruldu.
Dış politikadaki belirsizlik ve arayışlar AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar devam etti. AK Parti ile başlayan yeni dönemde Türkiye’de siyasal sistemin merkezi yeniden tanımlanmaya başlandı. Türkiye’nin kimliği ve buna bağlı olarak uluslararası alanının tarihî-coğrafi bir perspektiften yeniden yorumlanması, AK Parti öncülüğünde yeni bir dış politika anlayışını ortaya çıkardı. Türkiye, Batı-Rusya ve Batı-İslam dünyası gerilimlerinde kendini “merkez ülke” olarak konumlandırarak bir taraf olmayı seçti. Batı’ya yönelmiş ve Doğu’ya sırtını dönmüş bir dış politikadan, Batı’da Batılı, Doğu’da Doğulu gibi konuşan ve hareket eden bir dış politikaya geçildi. Batı-ulusal egemenlik gerilim noktasında sürdürülen korku ve güvenlik odaklı politikalar ise yerini kronikleşmiş sorunların çözümüne bıraktı.
“Komşularla sıfır problem” politikası, Türkiye’yi “merkez ülke”ye dönüştürmeyi amaçlayan stratejik vizyonun beş temel esasından sadece birisi. Özgürlük ile güvenlik arasında kurulacak bağlantı, çok boyutlu-çok kulvarlı dış politika, yeni bir diplomatik üslup ve ritmik diplomasi bu stratejik vizyonun diğer temel esasları. Bu vizyon doğrultusunda son altı yıllık dönemde ulusal, bölgesel ve küresel düzlemlerde önemli adımlar atıldı. Ulusal düzlem ülke içindeki bölünmüşlüğe ve siyasal sistemin zaafına odaklanıyor. Bir ülkenin güçlü olabilmesinin devlet-toplum bütünleşmesinin sağlanmış olmasından geçtiği inancından hareketle, ülkenin enerjisini emen dinî ve etnik sorunların ve toplumsal kutuplaşmaların özgürlük ve güvenlik arasında kurulacak yeni bir denge ile aşılması amaçlanıyor. Demokratikleşme ve sistemin şeffaflaşması konusunda yapılan reformlar ile operasyonları bu çerçevede değerlendirmek mümkün.
Bölgesel düzlem ülkenin yakın çevresiyle olan ilişkilerini kapsıyor. İmparatorluk mirasçısı her ulus-devlet gibi Türkiye de geçmişte beraber yaşadığı ve yönettiği halklarla belli sorunlar yaşamak zorunda kaldı. Toprak anlaşmazlıkları, soykırım iddiaları ve ulus-inşa süreçlerinin ürettiği ötekileştirme ile karşılıklı güvensizlik bu sorunların en başında geliyor. Bu güvensizlik ortamı bölge ülkelerini zayıflatırken bölge dışı aktörlere manevra ve nüfuz alanı açtı. Bu durumu değiştirmek için Türkiye’nin “komşularla sıfır problem” politikasını devreye soktuğunu görüyoruz. Suriye, Yunanistan, İran, Irak ve en son Ermenistan ile geliştirilen birebir ilişkilerin yanı sıra bölgede gerilimi azaltmak ve çatışmaların önüne geçmek için ortaya atılan Irak’a Komşu Ülkeler Platformu ve Kafkasya İşbirliği Platformu buna örnek olarak verilebilir.
Küresel düzlemde ise dinamik ve yapıcı diplomatik müdahalelerle uluslararası ilişkilerin genel akışı ülkenin dış politika vizyonu doğrultusunda şekillendirilmek isteniyor. İKÖ’de daha aktif rol alınması, Afrika Zirvesi’nin toplanması, BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği başvurusu, Suriye-İsrail arasında arabulucuk, Medeniyetler İttifakı Projesi ve AB üyeliği konusundaki çabalar bu amaç doğrultusunda atılan adımlar olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak Batı-Rusya geriliminin artması, Türkiye’yi yeni bir büyük güç mücadelesinin ortasında bırakarak bu dış politika yaklaşımını zorlayabilir. Yine nüfuz alanlarının çakışması nedeniyle Rusya’nın yükselişe geçmesi, Türkiye’nin kuzeyinde yakaladığı hareket alanlarının (özellikle enerji hatları konusunda) daralmasına sebep olabilir. Aynı şekilde ABD’nin Ortadoğu’ya daha fazla müdahil olması (mesela İran’a yapılacak bir saldırı) ülkeyi bölgesel bir krizin içine çekebilir. Özetle, demokratikleşme doğrultusunda atılacak adımlar ve uluslararası barış ortamının sağlanması, Türkiye’nin “merkez ülke”ye dönüşmesinin olmazsa olmazlarıdır.
Paylaş
Tavsiye Et