GEÇMİŞTE girdiği her savaşta Arap ülkelerine galip gelerek kendince bir “yenilmezlik” imajı oluşturan İsrail’in, “terörist” diye aşağıladığı Gazze’deki direniş karşısında yirmi iki günde elli metre dahi ilerleyememiş olması, Dökme Kurşun (Cast Lead) saldırısından geriye kalan en önemli sonuç oldu. Başarısızlığın öfkesiyle kullanılan ölçüsüz güç ve bunun sağladığı korku atmosferinin zafer olarak İsrail kamuoyunda oluşturduğu güven havası da fazla uzun sürmedi. Nitekim saldırının amacı, ülkenin güneyini roketlere karşı güvenli kılmaktı; oysa İsrail’in ateşi keseceğini ilan ettiği 18 Ocak’ta bile Gazze’den İsrail’e roket atılabiliyordu. Altı aylık ateşkes, resmen sona erdiği 19 Aralık 2008’in çok öncesinde, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı kaldırmayıp saldırılarını sürdürmesi ve özellikle Kasım 2008 katliamıyla zaten ortadan kalkmıştı. Otuz sekiz yıllık işgalin ardından 2005’te Gazze’den çekilen İsrail, son üç yılda 3.000, altı aylık ateşkes sırasında da 40’tan fazla Filistinliyi katletti. Yine, 2006’dan bu yana uygulanan ölümcül ambargo sebebiyle kitlesel cezalandırmanın mağduru olan 1,5 milyon Gazzelinin yaşadığı psikolojik, ekonomik ve sosyal yıkımın hiç hesaba katılmamasına karşın, İsrail’e düşen roketlerin Yahudi yerleşimcilerin psikolojilerinde açtığı derin yaralar(!), Gazze’ye yapılan her türlü hukuksuz saldırının gerekçesi oldu.
Gazze saldırısı, ABD’de seçim sonuçları belli olup, İsrail içindeki siyasi rekabetin de oy kapma yarışına dönüştüğü bir ortamda geldi. Barış konusunda daha fazla baskı göreceği ve tavize zorlanacağını düşünen İsrail’in, yeni dönem öncesinde fırsatı değerlendirme, rakibini zayıflatma ve masaya muzaffer ve güçlü oturma hesapları, zamanlamada etkili oldu.
Filistin’de ise görev süresinin 9 Ocak’ta dolmasından sonra meşruiyeti daha da tartışmalı hale gelen Mahmut Abbas’ın bir daha seçilemeyeceği, dolayısıyla İsrail’le uyumlu yönetici bulmanın zor olacağı bir dönem kapıdaydı. İsrail saldırısına muhalefet etmeyen Abbas’ın hafif yollu eleştirileri, Filistin halkının mağdur olmasına duyduğu tepkiyle değil, ölü sayısındaki artışın Hamas’a darbe hedefini akamete uğratacağı endişesiyle, yani meşruiyet sorunuyla alakalıydı. Batı Şeria’da 1.000’e yakın muhalifi tutuklama, siyasi sindirme, sosyal yardım kurumlarının kapısına kilit vurma ve yolsuzluk suçlamaları ile somutlaşan diktatörleşme sürecindeki Abbas’ın elini güçlendirmek bir zorunluluktu. Filistin iç barışını yok etmekle kalmayıp, Ortadoğu’daki demokrasi dışı hamleleri meşrulaştıran bu sürecin Batılılar tarafından sempatiyle karşılandığı bir dönemde gelen saldırılar, Abbas’ı İsrail tankları üzerinde Gazze’ye taşıyacak ve Ortadoğu’da yeni bir monarşi doğacaktı.
Gazze’deki fiilî durumdan rahatsız olan Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerin de elini rahatlatacak böyle bir operasyon fena olmazdı. Zira Gazze’deki “radikal İslamcı” bir Hamas, sadece İsrail’in güvenliği için değil, İran nüfuzundan rahatsız tüm Arap ülkeleri için de bir pürüzdü. Ayrıca ABD’deki Obama döneminin belirsizliklerle dolu olması, Avrupa ve Rusya’nın gündeminde de ekonomik krizin öncelik taşıması, Gazze’ye haddini bildirecek bir saldırı için zamanın uygun olduğunu gösteriyordu.
Taktik belliydi: Birinci aşamada, İsrail’in ani saldırıları ve Arap ülkelerinin göz yumması ile Hamas askerî ve siyasi olarak zayıflatılacak; ikinci aşamada CIA eğitiminden geçmiş Tanzim güçleri Gazze’ye yeniden yerleştirilecekti. Sonrasında 1993’ten beri sergilenen tiyatro yeniden başlayacak, İsrail’in barışa ikna olma ve işgal ettiği topraklardan çekilme konusunda insafı beklenecekti. Bölgede kendi gücünü dengeleyecek bir güç olmasından hazzetmeyen İsrail ise ABD, AB ve BM ile danışıklı olarak, bölgede çok fazla düşmanı olduğu teziyle daha çok silahlanacak, daha fazla saldıracak ve barışa ayak direten taraf olduğu halde terörle(!) mücadele adına daha fazla destek alacaktı.
Aslında tüm yaşananları bir tek ifade ile özetlemek mümkün: Modeller çatışması. İsrail’in, radikal Ortadoğu’da yeni “itidal bloğu”nun lideriymiş gibi hareket etmesi ve Mısır ve Suudi Arabistan’la birlikte ilginç bir uyum sergilemesi, altmış yıllık Filistin sorununu uluslararası çapta başlattığı “terörle mücadele” tezine indirgeyen ABD’nin dış politika tercihleriyle de oldukça uyumlu. Bu uyumu bozan ise yerel ve bölgesel dinamiklerin direnci. “İslam’ın bir demokratik model olarak başarısını önleme” amacı, açıkça itiraf edilmese de, işin özünü oluşturuyor. Çünkü yeni “itidal bloğu”nu birleştiren ortak nokta, Ortadoğu’da yerini giderek sağlamlaştıran bu alternatif siyaset algısının yönünü değiştirmek ve marjinalleştirip tasfiye etmek. İsrail’in iç politik gerekçeleri, Obama faktörü, Kassam roketleri ve Hamas/el-Fetih gerilimi gibi meselelerin ardında, aslında Ortadoğu’ya hâkim olmak isteyen bu farklı modellerin çekişmesi bulunuyor.
Geleceğe dönük sonuçlara gelince, son saldırının askerî, siyasi ve psikolojik düzlemde Gazze’deki Hamas idaresinin kazanç hanesine yazıldığı rahatlıkla söylenebilir. İki yıldır uygulanan ambargolara rağmen, toplumsal tabanında hiçbir erime olmayan, üstelik yirmi iki gün İsrail karşısında direnmiş bir Hamas’ın pazarlık masasındaki ağırlığı, artık önceki dönemlerde hiç olmadığı kadar fazla. Bu noktada bir diğer model farklılığı, “direniş” modeli ile “pazarlık” modeli arasındaki çekişme, kritik bir aşamaya gelmiş durumda.
Filistin’den bakılınca barış süreçlerinin büyük bir kandırmaca olarak algılandığında kuşku yok. Ortada on beş yıldır devlet vaadiyle savunma silahları elinden alınmış ve bunun bedelini 7.000’i aşkın sivil kayıp, 13.000 esir ve binlerce sakat ile ödemiş bir halk bulunuyor. Altmış yıllık işgal tarihinde, son sekiz yıla kadar Kassam roketleri diye bir olgu yoktu; ama Filistinliler aynı sıkıntıları yaşıyordu. Filistinlilerin çoğu, 1991 Madrid ve 1993 Oslo sürecinden umudunu kesmiş durumda. 1998 Wye River Memorandumu, 2000 Camp David görüşmeleri, 2002 Yol Haritası Planı, Şubat 2005 Şarm eş-Şeyh Zirvesi, Kasım 2007 Annapolis Zirvesi ve daha nice irili ufaklı barış girişimi, çıkmaz sokakta patinaj yapıldığını gösteriyor.
Bu sürecin devamı niteliğindeki hiçbir girişime Filistin halkı sıcak bakmıyor. Gazze ile Mısır arasındaki tünelleri barışın ön şartı olarak gören Batılıların, taban desteğini kaybetmiş Abbas’a Mısır üzerinden haddinden fazla destek vermeleri, Filistinlilerin Batı’dan gelecek tezlere kuşkusunu pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. Filistin halkının içine sinmeyecek bir barış mümkün olmadığına göre, barışı tünellerde ve İsrail’in güvenliğinde aramak çıkmaz sokaktır. Çözüm, halkı temsil eden tüm aktörlerin işin içinde olduğu ve klişe algılar yerine alternatif modellerin masada bulunduğu diplomatik çabalara fırsat verilmesindedir.
Paylaş
Tavsiye Et