KÜRESEL finans krizi derinleşme işaretleri veriyor. Dört yıl önce, Marmara Üniversitesi Bankacılık Enstitüsü’nün düzenlediği uluslararası sempozyumun son oturumunda şöyle demiştim:
“Değerli finans uzmanları. İki gün boyunca çok önemli tebliğler dinledik; çeşitli finansal teknikler hususunda bilgilendirildik. Benim sizlere öğretebilecek herhangi bir kazanç formülüm yok. Hatta konuşmamı oldukça sevimsiz bulabilirsiniz. Çünkü dünyamızın son otuz yılda ‘Finansal Terörizm’ çağına girdiğini düşünüyorum. Tıpkı tarım veya sanayi çağları gibi, kendine özgü nitelikleri olan bir çağ bu. Saint Simon’un kehaneti doğru çıktı: İnsanlığın geleceğine bankacılar (finans kurtları) yön veriyor. Onlar sayesinde, dünya nüfusunun %99’u, %1’i için ter döküyor!
Bu sözlerimi peşinen finans düşmanlığı tarzında yorumlamayın lütfen. Finans sektörünün ekonominin geneli için ne denli hayati bir önem taşıdığını hepimiz biliyoruz. Yalnız, finans işlevi ekonominin genelinden kopup başlı başına bir amaç haline geldi mi, dünya adeta bir kumarhaneye dönüşür. Şöyle bir düşünün; 50 yıl kadar önce, ülkeden ülkeye ticaretin günlük hacmi ile finansal işlemlerin hacmi aşağı yukarı eşitti. 1970’lerde bu oran finansal işlemler lehine bire üç oldu; 1980’lerde ise bire on. 1990’larda bire kırk, 2000’lerdeyse bire altmış. Bugün dünya ekonomisinde ülkeden ülkeye bir günlük mal ve hizmet ticareti 25 milyar doları bulmazken, günlük döviz işlem hacmi 1,5 trilyon doları aşıyor. (Bu rakam sonra 3,5 trilyon dolara çıktı!) Yani mala değil, para ve krediye hükmedenler dünya ekonomisine yön veriyor.”
Sözlerimden sadece iktisatçı Yaşar Erdinç’in etkilendiğini, salondakilerin çoğunluğunun dudak büktüğünü hatırlıyorum. Benzer bir olayı yıllar önce bir Kanal 7 programında da yaşamıştım. Şu gece yarılarına kadar uzayan sıkıcı programlardan birinde 2001 krizinin nedenlerini tartışıyorduk. Şişhane’de avizeci arkadaşım Salih Uyan’a esnaf komşusu ertesi sabah şöyle demiş: “O kısa boylu bıyıklı vardı ya, biliyorum komünistti ama en doğru o konuşuyordu!”
Oysa ben sadece dünyanın en zengin ikinci adamı sayılan Warren Buffet’a tercüman oluyordum. Bütün zamanların en büyük spekülatörlerinden biri sayılan Buffet’a göre finansal türevler “finansal kitle imha silahlarıydı”. Tıpkı Soros gibi o da denetimsiz finansal genişlemenin kısa zamanda patlayacak bir “zaman bombası” olduğunu söylüyor ve ilgilileri göreve çağırıyordu.
Hatırlayacaksınız, on yıl önce, Doğu Asya finans krizinin ardından George Soros Financial Times’a bir mektup yazarak adeta Rus finans krizinin fitilini ateşlemişti. Üstelik ABD Temsilciler Meclisi Bankacılık Komitesi’nde konuşurken Rusya krizinin daha da derinleşeceğini, Brezilya’nın sırada olduğunu, Brezilya’nın çökmesi halinde Arjantin’in tehlike hattına gireceğini, IMF’nin bu durumu düzeltecek silahının olmadığını söylemişti.
Rothschild’den Soros’a Yüksek Finans
Kimdi bu Soros? Dünya sisteminin hegemonik gücü sayılan ABD’nin temsilcileri karşısında nasıl bu kadar pervasızca konuşabiliyordu? Onları zımnen bile değil, açıkça kudretsiz olmakla itham edebiliyordu? Bununla da kalmayıp, ikide bir, kapitalizmin çökmek üzere olduğunu, finans kapitalizminin demokratik açık-toplum sisteminin en büyük düşmanı olduğunu filan söylüyordu. Kimdi bu adam? Kimleri ve neyi temsil ediyordu?
Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm başlıklı eserinde yüksek finansın, 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında dünyanın siyasi ve ekonomik örgütlenmesi arasındaki ana bağlantı olduğunu söylüyordu: “Finans ile diplomasi arasında yakın temas vardı; hiçbiri diğerinin gönlünü almadan, ister barışa ister savaşa yönelik herhangi bir uzun vadeli plan yapamazdı. Bununla beraber, umumi barışın başarıyla sürdürülmesi şüphe götürmez biçimde uluslararası finansın konum, organizasyon ve tekniklerinde yatıyordu.”
Peki, kimlerden oluşuyordu bu yüksek finans? Sanılanın aksine, pek anonim bir topluluk değildi. Elbette orta yerde çok sayıda kişi ve kurum adı dolaşıyordu. Fakat finans sisteminin merkezinde devler vardı ve her şey onlardan sorulurdu. “Rothschild’ler hiçbir hükümete tabi değildiler; bir aile olarak soyut beynelmilelcilik ilkesini ete kemiğe büründürmüşlerdi; sadakatleri bir firmaya idi: Kredisi, hızla büyümekte olan bir dünya ekonomisinde siyasi yönetimle endüstriyel çabalar arasındaki biricik hükümetlerüstü bağ haline gelmiş olan bir firma.”
Polanyi’nin eseri bir bakıma Hilferding ile Hobson’ın emperyalizm/yüksek finans ilişkisine dair çalışmalarını tamamlıyordu. Hobson’a göre, Rothschild’lerin rızası olmadan hiçbir Avrupa devleti büyük bir savaş başlatamaz, hiç kimse de külliyetli bir devlet kredisi açamazdı. Milli devletlerin politikalarını bunlar manipüle ediyordu.
Fernand Braudel (ve şimdi Giovanni Arrighi) beynelmilel finans gücünün yeni bir icat olmadığını tespit ettiler. Rothschildler, 16. yüzyılda Cenevizlilerin, 17-18. yüzyıllarda Hollandalıların kapitalist dünya sisteminde oynadıkları rolü 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında oynadılar. Şimdi aynı rolü Soros ve benzerleri oynuyor. Anahtar kelimeleri: Panik. “Yatırımcılar” paniğe kapıldı mı, Soros’lara gün doğuyor.
Reel Ekonomiden Gazino Kapitalizmine
Reel ekonomide panik olmaz. Olsa olsa, bazı sektörlerde geçici sıkıntılar yaşanır, kâr haddi düşer, yatırımlar daha kazançlı sektörlere kaydırılır, sıkıntı makul bir zaman zarfında aşılır. Panik, spekülasyonun çocuğudur. Büyük sermaye sahipleri, üretimden değil, finansal spekülasyondan kazanç sağlamaya yönelince, sistemin paniksiz işlemeye devam etmesi eşyanın tabiatına aykırı olur.
Kapitalizmin “genişleme” çevrimlerinin son safhasında egemen olan, hep finans sermayesidir. Krediye hükmedenlerin gücü, sadece sanayicileri değil, devlet adamlarını da gölgede bırakır. Kazanç, üretim ve ticaretten giderek kopar. Kudretin devletten “Piyasa”ya amansız kayışı önce zayıf ve küçük ülkelerde vuku bulur, fakat sonra en büyük ve en güçlü olanlarına sıçrar. Ve ekonomik sistemin geleceğine dair belirsizlik, siyasi sistemi felç eder. ABD dışişleri eski bakanı Henry Kissinger, Asya krizinin ardından Batılı liderleri şöyle uyarıyordu: “IMF, her hastalığı aynı ilaçla tedaviye çalışan kızamık doktoruna benziyor. Liderlerimiz küresel sermaye akımlarını ve bunların hem sanayileşmiş, hem de sanayileşmekte olan ülkelerin ekonomileri üzerindeki potansiyel etkilerini daha iyi anlamak zorundadırlar. Büyük ölçüde iç gerekçelerle verilen kararların potansiyel uluslararası (siyasi) etkilerinin farkında olmalıdırlar.”
Problemin kaynağı şu: Dünya para sistemi uluslararası, dolayısıyla siyasi nitelik taşırken; dünya kredi sistemi küresel, dolayısıyla salt ekonomik nitelik taşımaktadır. Siyasetle ekonomi arasındaki gerginlik, insanlık tarihinin hiçbir evresinde bu kadar şiddetli olmamıştı. Ulaşılan noktayı kapitalist sistemin konjonktürel çözümlemeleriyle vuzuha kavuşturamayız. Mutlaka yapısal bir çözümlemeye yönelmeliyiz.
Dünya para sistemiyle küresel finans sistemini paralel yürüyen iki trene benzeten Susan Strange, trenlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ilerleyişinin dünya sisteminin iki önemli yapısı tarafından derinden etkilendiğini söylüyor: Güvenlik ve bilgi yapıları. Savaşın mağlupları (Almanya ile Japonya) kadar, Avrupa’daki galipleri (İngiltere ile Fransa) de bu hususlarda ABD ile aşık atabilecek durumda değildiler. ABD, Batı Avrupa ile Japonya’yı Sovyet nükleer tehdidine karşı koruyacak, buna karşı “müttefikler” para ve finans sistemlerinin idaresine “fiiliyatta” karışmayacaklardı. Bretton Woods sisteminin son bulduğu 1971’den sonra bile durum ilke olarak buydu.
Amerikan para ve finans hâkimiyetine ilk darbe Eurodollar denen icattan geldi. Amerikan bankaları, tıpkı Japon bankaları gibi, çok az faiz verdiklerinden, Londra “offshore” dolarlara yüksek faizler ödemeye ve topladığı paraları daha yüksek faizlerle ödünç vermeye başladı. Bir süre sonra Amerikan bankaları bile bu kârlı, kontrolsüz ve vergisiz ticarete meyledip Londra’ya akın ettiler. 1973’ten sonra petrodolarlar bu para ticaretinin hacmini olağanüstü şişirdi. Çok kazançlı ve garantili bir işti bu, zira faiz oranı değişkendi! LIBOR diye bir kavram icat edildi: Londra piyasası faiz oranı. Geri ödemeler yapılırken, ilk günkü faizden değil, o zamanki LIBOR üzerinden hesap yapılıyordu. Hâlâ da öyledir!
“Gelişmekte olan” ekonomiler için yıkım oldu bu. 1980’lerde bir yandan meta fiyatları gerilerken, bir yandan faizler tırmandı; büyük uluslararası bankalar “batık kredi” kavramıyla tanıştı. Milli para birimlerinin değeri, reel ekonomideki gelişmeler kadar, hatta onlardan da çok, finans akımlarına bağlı hale gelmeye başladı. New York ve Londra’nın yanı sıra, Toronto’dan Tokyo’ya, Sydney’den Hong Kong’a kadar birçok merkez bir tek finansal sistemin parçaları haline geldiler. Wall Street veya City of London’da çalışmak, hükümetler veya sanayi şirketleri için çalışmaktan hem daha havalı, hem daha kazançlı oldu. Finans direktörleri, krupiyelere dönüştü. Strange’in kitabına koyduğu başlık bu bakımdan son derece isabetlidir: Gazino Kapitalizmi. Sistem sık sık şu üç kelimeyle tavsif edilir oldu: Risk, panik, kriz. İlk ikisi geldi geçti; şimdi sıra üçüncüde.
Gazino kapitalizmi öncelikle borç krizini yarattı. Şu anda dünyanın yoksul ve yarı yoksul ülkeleri zenginlere 3 trilyon dolardan fazla borçludurlar. İkincisi, gazino kapitalizmi kredilerden aslan payını zengin ülkelere, bilhassa ABD’ye ayırdı. ABD’nin bütçe açığı yılda ortalama 600-700 milyar dolara kadar yükseldi; dış ticaret açığı ise trilyon dolara dayandı. Bütün bu açıklar küresel finans sistemi sayesinde yıllarca çok ucuz, neredeyse maliyetsiz finanse edildi. Küresel finans sistemi, hegemonik gücün haraç aletine dönüştü.
Durmak Yok, Yatırıma Devam!
Batı rasyonalitesinin yumuşak karnı “counter-productive” olmasıdır: Bu rasyonalite ile icat edilen silahlar, ister atom ister finans bombası olsun, döner sizi de vurur. Amerika birkaç onyılda elde ettiği finansal kazançları birkaç haftada kaybetti. Daha da kaybedeceğe benziyor.
Krizin Türkiye gibi ülkeleri de etkilemesi kaçınılmazdır. Fakat ilk dalgalar geçtikten sonra, politik ve ekonomik sistemimizin etkili oyuncuları kafa kafaya verip ortak bir strateji geliştiremezlerse hâlimiz haraptır.
Bu stratejinin özü, kamu kaynaklarının da adaletli katkısıyla, “yatırıma devam” etmektir. Geçen ay da işaret ettim: Finansal krizleri denetimsiz “hayvan herifler” başlatmış olabilir; fakat derinleştirenler akıllı, erdemli insanlardır. Kriz söylemi yaygınlaşmaya başlayınca, ortalama yurttaş “gelecekte gelirim azalabilir veya hatta işsiz kalabilirim” endişesiyle cari giderini kısar, böylece tasarrufunu arttırır. Ekonominin normal işlediği zamanlarda bunu yapsalar harika olurdu! Çünkü bu tasarruflar, kaynak arayan girişimcilerin elinde hemen yatırıma dönüşürdü. Tasarruf miktarı artacağından, faizler düşer, böylece girişimciler yatırım için bol ve ucuz finans kaynağı temin etmiş olurlardı.
Fakat krizin kokusunu alan sadece sıradan yurttaşlar değil, aynı zamanda ve belki daha ileri derecede iş adamlarıdır. Onlar da kriz beklentisiyle yatırımlarını kısma yoluna gidebilirler. Yatırımlar kısılınca işsizlik artar, ücretler düşer. Bu durumda gelirler azalır. Azalan gelirden tasarruf etme imkanı da azalır. Özetle, akıllı yurttaşlarla akıllı girişimcilerin akıllıca davranışları “belki de olmayabilecek” bir krize yol açmış olur. Yani kolay atlatılabilecek bir krizi böylece el birliği ile derinleştirir; kalıcı hale getiririz.
Krize karşı en büyük panzehir, danışıklı hareket sayesinde riskleri paylaşarak, kriz yokmuş gibi hareket edebilmektir. Hükümet bu ortamda birilerini destekleyecekse, finansal oyunlara kapılıp batanları değil; en fazla yatırım yapıp istihdamı arttıranları desteklemelidir.
Paylaş
Tavsiye Et