PKK, Türkiye solunun 68 mirasının para-militerleşmesi ve bunun teorizasyonu (Gezmiş-Çayan-Kaypakkaya farklılaşması) neticesinde 1970’lerde ideolojik çekirdeği oluşmuş (Leninist parti önderliği doktrini), Abdullah Öcalan’ın kişisel ideolojik formasyonu ve değişimiyle ideolojisi teşekkül etmiş, Kürtlerin tarihsel olarak bulunduğu koşulların genel ortamında neşvünema bulmuş, silahlı şiddeti siyasi bir amaç için yaygınlaştırarak kullanmış, terör politikalarını toplumsallaştırmış bir hareket. Fakat PKK’nın ideolojik dünyasını kavramak, aynı zamanda Türkiye’de özellikle 1908’den beri süregelen ideolojik buhranların karakteristiğini anlamayı da zorunlu kılıyor. O nedenle de Türkiye’nin siyasal tarihinin oturduğu rotaları ve Kemalist devletin değişme/değişmeme dinamiklerini bir arada düşünmek gerekiyor.
Bu birlikte var oluş hali, son yıllarda ülkenin tüm kesimlerinin halet-i ruhiyesine sinmiş olan yorgunluk ve bıkkınlığın temel sebebi aslında. Türkiye ve PKK’nın ideolojik bunalımları arasındaki eşzamanlılık ise oldukça öğretici. Adnan Menderes’in muhafazakâr modernleşme siyasetinin cuntacılar tarafından tasfiye edilerek 27 Mayıs ideolojisinin kurulması ile Kürtlerin 1960 sonrası kendileri için bir tür Kemalist çözüm olarak görülebilecek tepeden inme devrimciliğe yönelmeleri arasında önemli bağlantılar mevcut. Fakat henüz o dönemde ortada 1930 veya 1980’lerdeki gibi silahlı bir mücadele girişimi yoktu. 27 Mayıs’ın jüristokratik ideolojisinin 12 Eylül cuntası tarafından koyu faşizan bir yorumunun geliştirilmesi ile PKK’nın ortaya çıkış koşulları ve söyleminin oluşumu arasında da derin ilişkiler söz konusu. 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren’in yakın zamanlarda Kürt sorununa yanlış politikalarla yaklaştıklarını açıkça itiraf etmesiyle, Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki savunmasında, PKK’nın mücadelesinin bir cehalet ve ortaya çıkışının ise yetersiz bir siyasal bilinç içerisinde gerçekleştiğini söylemesi bu bağa ve ilişkiye işaret ediyor.
Charles Tilly’nin çok önemli tespitini dikkate alarak söylersek; savaş devleti, devlet savaşı yaratır. Bir başka deyişle, PKK terörünün ortaya çıkışı sonrasında Türkiye’de devlet kapasitesi adeta patladı. Aynı güzergah içinde PKK da tabiri caizse Frankenstein gibi (burada doktor rolünde cunta idaresi var) serpilip gelişti. Çünkü artık yayınlanan pek çok anı ve inceleme eserden anlıyoruz ki, PKK’nın ebesi ve sebebi hikmeti, 12 Eylül cuntasının eylem ve politikaları. Özellikle Diyarbakır Cezaevi’ndeki insanlık-dışı uygulamalar, belirli bir düzeyde, örgütün söylem ve pratiğini oluştururken dayandığı en merkezî referans oldu. Modern devlet projesinin olmazsa olmazlarından kabul edilen güçlü ve vuruş gücü yüksek bir ordunun yaratılması için PKK terörü gerekli olan işlevi üstlendi. Neticede devlet kapasitesinde muazzam gelişmeler sağlandı (bazı yazarlara göre bu savaşın maliyeti 200 milyar doları aştı); ancak bunun müsebbibi olan örgüt de denetimi imkansız bir cüsseye kavuştu. Kontrolün diyalektiği zamanla çözüldü, hesaplar karmaşıklaştı. Uzun süren her savaşın doğal bir sonucu olan rant yaratımı da muazzam boyutlara ulaştı. PKK, zamanla en az 12 Eylül cuntasının inkar politikaları kadar, Kürtlerin barış ve evrim içinde mümkün olabilecek tarihsel gelişimi ve özgürleşmesi önündeki en ciddi engellerden birisi oldu. Savaşın yarattığı travma hem Kürtleri hem de Türkleri geri dönüşü çok zor, karşılıklı nefret politikalarını körükleyen noktalara getirdi.
Leninizm’den Demokratik Konfederalizme Tuhaf Yolculuk
PKK terör örgütünün zaman içinde geçirdiği dönüşüm, herhangi bir örgütün kaldıramayacağı kadar tutarsızlıklarla dolu bir sürece yayılıyor. Örgüt, Öcalan’ın ideolojik kurucu rolü ile silahlı mücadeleyi meşru gören devrimci-ayrılıkçı Leninist örgütlenme modelinden, zorunlu nedenlerle (Öcalan’ın yakalanmasıyla) yaşanan değişim sonucu en uca kadar giderek, ekolojik anarşistlerin şiddeti amaç ve araç olarak dışlayan demokratik konfederalizm modelini savunma noktasına geldi. Bir yönüyle bu değişim, Marksizm ile anarşizm arasındaki uzun mücadele bağlamından bakıldığında da ilginç. Ancak örgütün benimsediği her iki söylem de, büyük ölçüde Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki feodal ve yarı-feodal ilişki ağlarının toplumsal bağlamı içinde pratiğe dökülmeye çalışıldı. Fakat belirgin bir söylem olarak 2000’lerin başında ortaya atılan demokratik konfederalizm talebinin ardından istekleri yerine gelmediği için yeniden şiddeti araç olarak kullanan eski konsepte dönen PKK, ideolojik krizini iyice derinleştirdi. Örgütün yaşadığı ciddi açmazlar, elindeki silahlı gücün büyüklüğü ile meşruiyeti arasındaki uçurum nedeniyle kendisini intihar saldırıları düzenleyecek bir noktaya getirdi. Bu intihar politikası, kelimenin en yalın anlamıyla diyalektik bir biçimde, Türkiye’nin 12 Eylül’de inşa ettiği otoriter rejimi de sona doğru getirdi. Sorunu çözmek için zorunlu olan anayasal değişim, bir yandan 12 Eylül cuntasının iktidar teknolojisini terk etmesini gerektirirken, diğer yandan PKK’nın ortadan kalkmasını da zorunlu kılıyor. Bu nedenle son gelişmeleri, yol ayrımına giden ve geri dönüşü olmayan bir tarihsel sürecin işareti olarak okumak gerekiyor.
PKK bu süreçte demokratik konfederalizm ütopyasına sarılırken, 12 Eylül rejiminin taraftarı olan güçler ise AB-ABD karşıtı bir ulusalcılığa yöneldi. AKP’nin muhafazakâr demokrat açılımı ise her iki kutbun ortak biçimde karşı çıktığı bir konumu temsil etti. Belki de Türkiye’de “iktidarın gerçek sahipleri”nin çözüm konusunda bu kadar gönülsüz, siyasal söylemlerindeki ulusalcılığın bu kadar izolasyonist olmasının bir sebebi, sorunu çözmenin rantını hükümette bulunan muhafazakâr bir partiye yedirmeme düşüncesidir. Fakat sorun artık rant yeme meselesinin boyutlarını çoktan aştı. Soruna gerçek bir çözüm bulmak zaruret haline geldi. Bu durumda son dönemde hem PKK’nın söylemindeki değişimi hem de ulusalcılığın yükselişini, AKP’nin kurduğu tarihsel blok ve tesis ettiği söylemsel hegemonyanın paralelinde düşünmek gerekiyor. Konunun 2008 konjonktüründe hayati bir hal almasının temel nedeni ise Kürt sorununun, İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak’taki Kürtlerin kaderiyle de birleşme özellikleri göstermesi. Bugün 12 Eylül’de tesis edilen anayasal ve siyasal düzenin yumuşak karnı işte bu nokta. CHP’nin ulusalcılığını pekiştirmesinin temel etkenlerinden olan Kürt sorununun karmaşıklaşması, diğer bir ideolojik kriz sarmalını işaret ediyor.
PKK Nereye?
Yazının içinde PKK’nın bir tür intihar politikası uyguladığından bahsettim. Fakat daha da ötesi PKK’nın getirdiği kanlı miras, kasvete bulanmış bir toplumsal iklim ve karşılıklı husumetler bu intihar eylemleriyle ortadan kalkmıyor, aksine daha ağırlaşıyor. Öcalan İtalya’da yakalanmadan hemen önce Özgür Politika gazetesine verdiği mülakatta yakalanma ihtimaline karşı şöyle demişti: “Burada kahramanın mutlak trajik ölüm denemesi yapması gerekir. Benim buna ne şansım var, ne de yapım elverişli.” Fakat yakalanmasının üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, PKK’nın demokrasi talebi ile korkunç bir şiddet sarmalı arasında kurduğu ölümcül denklem, Türklerin ve Kürtlerin barış için kullanabilecekleri enerjilerini hızla tüketiyor. Bu söylem ve eylem repertuarı, Türkiye’deki hassas siyasal dengeleri yerinden oynatırken, 12 Eylül’ün toplumsal ve siyasal hayatımız üzerinde yarattığı tahribatı bir kez daha önümüze seriyor. Bütün bu süreçten hangi aktörlerin faydalandığı sorusu ise başka bir incelemenin konusu.
Paylaş
Tavsiye Et