IRAK’TA 2006 ile 2007’nin Ocak aylarını kıyasladığımızda karamsarlığın ve çözümsüzlüğün her geçen gün arttığını görüyoruz. Geçen yıl yapılan analizlerde, siyasal ve anayasal süreçte yaşanan bütün problemlere rağmen, şayet Irak’taki farklı etnik ve mezhebî grupların liderleri diyalog içine sokulabilir, anayasa gibi meselelerde uzlaştırılabilirse şiddet sarmalının da sona erebileceği, en azından kontrol edilebileceği varsayılıyordu.
Ancak bugün bu umut kaybolmaya başladı. 2006 Şubat’ında Şiilerin en kutsal mekanlarından biri olan Samarra Türbesi’nin bombalanmasından sonra şiddet sarmalı yeni bir safhaya girdi. Direniş, mezhebî bir iç savaşa doğru evriliyor. Siyasi ve dinî grupların liderlerinin ise, silahlı milisleri üzerindeki kontrollerini yitirdiğini görüyoruz. Eskiden en büyük güvence olan Ayetullah Sistani’nin iç savaş karşıtı sağduyulu söylemi, bugün nüfus kağıtlarına bakarak sırf Sünni oldukları için insan öldüren Şii ölüm mangaları karşısında etkisini kaybetti.
Irak’ta şiddetin iç savaş boyutlarına eriştiği bu tablo karşısında, Bush yönetiminin Irak’taki başarısızlığı da ABD’de farklı çevrelerde itiraf edilmeye başlandı. Bataklıktan onurlu bir şekilde çıkabilme arayışları çerçevesinde Aralık 2006’da açıklanan Irak Çalışma Grubu (ya da Baker-Hamilton) Raporu’nun geliştirdiği söylem ve tavsiyeler önem arz ediyordu. Rapor, ‘neo-con’ların özellikle 11 Eylül’den sonra hakim olan söylemlerine alternatif/karşı bir söylem olarak, 1990’ların realizmine geri dönüşü simgeliyordu. Bu manada rapor, neo-con politikaların iflas ettiği ve ABD’nin bölgesel ve küresel çıkarlarına zarar vermeye başladığı bir dönemde, Cumhuriyetçi ve Demokratlardan bir grup âkil adamın, Irak ve Ortadoğu politikasına yeni bir yön verme, strateji belirleme girişimi olarak görülebilir. Rapor, Ortadoğu’da barışın anahtarı olarak Filistin meselesini görmesi, İran ve Suriye’yi de masaya davet etmesi ve Irak’taki iç resmi doğru bir bakışla okuması açısından dikkat çekiciydi.
Ancak bütün beklentilere rağmen Başkan Bush bu raporu dikkate almak yerine, ‘neo-con’lara yakın bir düşünce kuruluşunun (American Enterprise Institute) 5 Ocak’ta kamuoyuna açıkladığı raporu esas alarak yeni stratejisini oluşturdu. Bush’un 10 Ocak’ta açıklanan “Irak’ta Yeni Çıkış Yolu” stratejisi söylem olarak büyük bir değişiklik içermiyor. Yapılan hatalar bir ölçüde kabul edilse de çözüm önerileri ‘neo-con’ bakış açısının ürünü: Yine Irak’taki savaşı küresel terör ve el-Kaide bağlamında değerlendiriyor ve İran ile Suriye’yi hedef gösteriyor. Özellikle Irak’taki İran nüfuzu ve bunun ABD’nin bölgedeki müttefiklerinde yarattığı endişe vurgulanıyor. Tek yenilik, her geçen gün tırmanan ve Irak Güvenlik Güçleri’nin de dahil olduğu mezhep çatışmalarına dikkat çekilmesi.
Yeni stratejiye Bağdat merkezli bir çözüm arayışı hakim: “Bağdat birleşik Irak için bir simgedir ve buradaki mücadele mutlaka kazanılmalıdır.” Öncelikli hedef ise Amerikan ve Irak askerlerini Bağdat’a yığarak buradaki her türlü şiddeti ve direnişi bitirmek. Bu amaçla, Bush yönetiminin verdiği ‘ödevleri’ yapması karşılığında, Maliki hükümeti ve Irak Güvenlik Güçleri’ne her türlü destek verilecek. Bu güvenlik arayışı halkın kalbini kazanmak için ekonomik yardımlarla desteklenecek. İkinci büyük hedef, Irak’ta İran’ın (ve Suriye’nin) nüfuzunu kırmak. Bu amaçla iç operasyonların yanı sıra bölgesel destek aranacak. Nitekim Bush, Geniş Ortadoğu’daki mücadelenin askerî bir çatışma olmaktan ziyade, özgürlük ve ılımlılığa inananlarla, masumları öldüren ve hayat tarzlarımızı yok etme niyetini ilan etmiş aşırılar arasında ideolojik bir mücadele olduğuna işaret ediyor!
Yeni stratejinin, teşhis ve tedavi noktasında birçok çelişkisi var. Bunların en önemlisi, içeride Şiilere yaslanıp Sünnileri dışlarken, bölgede ise İran’ı hedef alarak Sünni Arap ülkelerine dayanmaya çalışması. Üstelik Şiiler arasında da iyi-kötü Şiiler ayrımına gidiyor ve Maliki (Dava Partisi) ile el-Hekim (Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi) gruplarına yaslanırken; Sadr grubunu hedef tahtasına yerleştiriyor. Halbuki el-Hekim ve ona bağlı Bedir Tugayları İran nüfuzu altında; Sadr grubu ise Irak’ta İran nüfuzuna karşı ve Irak Şiiliğini temsil ediyor. Bu çelişkileri anlamak gerçekten zor! Akla gelen tek izah, Irak’taki ve bölgedeki aktörlerin tek bir kriterle, Amerikan taraftarları/karşıtları olarak değerlendirilmesi zaafı olabilir.
Bölgesel olarak bakıldığında bu, Ortadoğu’yu Amerikan (ya da ‘özgürlük’) karşıtları ve taraftarları arasında yeni bir Soğuk (veya Sıcak) Savaş’a sürüklemek manasına geliyor: Bir tarafta İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas; diğer tarafta Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Kuveyt (ve İsrail). Türkiye, hiç şüphesiz, şimdiye kadar izlediği politikaya devam ederek, özenle bu denklemin dışında kalmalı. Zira Ortadoğu’da barış ancak Ortadoğu’daki bütün taraflar ile bütün küresel güçlerin iştirak ettiği bir mekanizma kurularak ve meselelere topyekun bir bakış açısıyla sağlanabilir. Ancak yine de Bush yönetimi iktidardan gitmeden bu konuda rasyonel bir yaklaşım beklemek gerçekçi olmaz.
Kerkük’te Umutlar Tükenmedi
2007’de Irak’taki gelişmeler, özellikle de Kerkük meselesi Türkiye’yi yakından ilgilendirmeye devam edecek. Bugün itibariyle, Kerkük meselesinde bardağın yarısı boşsa yarısı da dolu. Evet, bir yandan referandum süreci hızla yaklaşıyor ve nüfus yapısı değiştirilmiş bir Kerkük’te sonucun ne olacağı belli. Ancak bu olumsuz tabloya rağmen Kerkük’teki durumun hassasiyeti ve mutlaka adil bir çözüm bulunması hakkında çok farklı çevrelerde ilk defa bir söylem değişikliği ve uzlaşma sağlanmış gibi görünüyor. Saygın uluslararası kuruluşların raporlarında ya da farklı kesimlerden Amerikalı politikacıların söylemlerinde, Kerkük konusunda Türkiye’nin tezlerine yakın görüşler ifade edilir oldu. Bunlar Türkmen dostu ya da Kürt aleyhtarı değiller; bir kısmı “Kerkük karışırsa bütün Irak karışır” tezinden hareketle, bir diğer kısmı ise “Türkiye müdahale eder” endişesiyle Kerkük’te farklı bir çözümü savunuyor. Bunda Irak’ta işlerin yolunda gitmeyişi etkili olsa da, Türkiye’nin bu konudaki tezlerini ısrarla anlatmasının da payı büyük. Aynı şekilde Irak iç siyasetinde de durum Türkmenlerin lehine gelişmeye başladı; Sünnilerin tamamı ve Şiilerin büyük bir çoğunluğu, Kerkük’ün bir Irak şehri olmasını ve petrolünün bütün Irak’a aidiyetini savunuyorlar.
Kerkük, son haftalarda Türk kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı. Ancak yapılan tartışmalar büyük bir kafa karışıklığını yansıtıyor. Bir kere Kuzey Irak’a müdahale söyleminde bulunanların tam olarak neyi kastettiği belli değil: Kandil Dağı ya da PKK mı, Kerkük mü? PKK için haklı ve meşru olan söylem, Kerkük konusunda kullanıldığında Türkiye’yi zora sokuyor, hatta Türkiye’nin tezlerini destekleyen çevrelerde olumsuz bir hava yaratıyor. Kerkük’e yönelik müdahaleci bir söylem, Iraklı Sünni ve Şii Arap çevrelerde de egemenlik haklarına karşı bir hareket olarak değerlendiriliyor. Sonuç olarak, Kerkük’te bütün kesimlerin uzlaştığı bir formül arayışı umutları tükenmedi; yeter ki Türkiye, Kerkük meselesinde uzun yıllardır sabırla yürüttüğü faaliyetlerine aynen devam etsin, uluslararası camiada esen rüzgarların ilk defa bu kadar olumluya döndüğü bir sırada bir çuval inciri berbat etmesin.
Paylaş
Tavsiye Et