Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Uluslararası siyaset sahnesinde “11 Eylül”
Ali Aslan
ULUSLARARASI siyaset, özünde söylemsel olarak inşa edilen ve belli jeopolitik temsiller üzerinden gerçekleştirilen bir faaliyettir. Sinemanın dilini kullanacak olursak, bir bakıma belli bir senaryonun dünya çapında sahnelenmesidir. Uluslararası siyasetin temel meselesinin “ne olduğu” sorusu etrafında, alternatif dünya temsillerine sahip siyasi aktörlerin, uluslararası siyasette sahnelenecek senaryoyu belirleme mücadelesi verdiklerini görürüz. Kimin aktör olarak var olacağı ve hangi rolü oynayacağı uluslararası siyaseti belirleyen senaryo tarafından belirlenir. Bu senaryoyu yazanlar şüphesiz uluslararası sistemin büyük güçleridir. Onları büyük güç yapan, bu senaryoyu yazabilecek maddi ve yumuşak güce sahip olmalarının yanında, onların yazdığı oyunun genel kabul görerek sahnelenmesidir. Bu, onlara uluslararası güç mücadelesinde herhangi bir silahın ya da ekonomik gelişmişliğin sağlayamayacağı yapısal ve pozisyonel avantajlar sağlar.
Bu perspektiften uluslararası siyasete baktığımızda, Soğuk Savaş sonrasında alternatif jeopolitik anlayışlar etrafında çetin bir senaryo belirleme mücadelesinin verildiğini görmekteyiz. Soğuk Savaş’a hâkim olan kurguda, “kapitalizm-komünizm” karşıtlığı şeklinde ideoloji merkezli bir jeopolitik algılama ve buna paralel olarak ABD ile Sovyetler Birliği’nin başat aktör oldukları bir mücadele söz konusuydu. Soğuk Savaş sonrasında uluslararası siyasete yeni bir düzen kazandırmak için farklı senaryolar yazıldı. Senaryoların yazıldığı yer hiç şüphesiz bu dönemde uluslararası sistemin hegemonik gücü olan ABD’ydi. Bu senaryoları kabaca iki gruba ayırabiliriz: Birinci grupta, uluslararası sistemi modern-liberal dünyayı merkeze alarak inşa etmeyi amaçlayan ideoloji temelli jeopolitik yaklaşımlar vardı. Bunların başında, Francis Fukuyama’nın ünlü Tarihin Sonu Tezi, Robert Cooper’ın dünyayı postmodern, modern ve geleneksel politik-kültürel mekanlara ayıran bakışı ve Demokratik Barış Teorisi bağlamında dünyayı “özgür-demokratik” ve “otoriter-baskıcı” aktörlerin mücadelesi olarak yansıtan yaklaşımdan bahsedebiliriz.
Diğer tarafta ise kimlik ve medeniyet merkezli bir jeopolitik söylem bulunmaktaydı. Bu söyleme göre din-kültür merkezli olarak uluslararası siyaset düzene sokulmaya çalışılmaktaydı. Bu bağlamda, Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması Tezini hatırlamalıyız. Her iki jeopolitik okuma arasındaki benzerlikler ve geçişkenlikler bir yana, iki yaklaşım “Ben” ve “Öteki” arasında çizilen sınırın niteliksel farkından dolayı birbirinden ayrılmaktadır. İdeoloji odaklı jeopolitik görüş, uluslararası mekanı sonradan kazanılan ve değişken bir sınırlamaya tabi tutarken, medeniyet merkezli jeopolitik görüş daha ziyade özcü ve “Öteki” ile değişmez ve kalın çizgiler çizen bir mahiyete sahiptir.
Uluslararası siyaseti inşa etmeye yönelik bu jeopolitik yaklaşımlar devlet, üniversite ve popüler kültür gibi farklı seviyelerde üretilir ve gündemde tutulur. Üniversite ve popüler kültür ayaklarını bir tarafa bırakacak olursak, sistemin büyük gücü olan ABD’de Bill Clinton’ın başkanlığa gelmesiyle birlikte dünyayı demokratik ve otoriter yönetimler karşıtlığı şeklinde kurgulayan ideoloji merkezli bir jeopolitik yaklaşım ön plana çıkmış ve uluslararası camiada da büyük oranda genel kabul görmüştü. İlerleyen dönemde George W. Bush ve neocon ekibin göreve gelmesiyle birlikte ABD yönetimi, medeniyet merkezli bir yaklaşımı benimsedi ve bunu uluslararası siyaseti inşa eden temel senaryo olarak, tehditkâr bir dil eşliğinde, uluslararası camiaya kabul ettirmeye çalıştı. Uluslararası siyasette radikal dönüşümler uluslararası sistemi derinden etkileyen ve zamanın ruhunu belirleyen olaylar neticesinde gerçekleşir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, kimlik ve medeniyet temelinde bir jeopolitik görüşe fırsat verirken, bu görüşün önemli bir olay tarafından pekiştirilmeden uluslararası alanı inşa eder konuma yükselmesi pek mümkün değildi.
Tam da bu noktada gerçekleşen 11 Eylül saldırıları, uluslararası sistemi kimlik ve medeniyet merkezli bir jeopolitik görüşe göre şekillendirmek isteyen Bush yönetimine altın bir fırsat verdi. Bu yüzden 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e düzenlenen saldırıları zamanın ABD yönetiminin gerçekleştirdiğine dair, hâlâ güncelliğini koruyan, şüpheler ortaya çıktı. 11 Eylül saldırıları hem ABD kamuoyunu hem de uluslararası camiayı “ikna ederek”, Bush yönetiminin istediği sonucu almasını sağladı. Uluslararası siyaset, İslam dünyasını ötekileştirir ve hedef alır şekilde kurgulandı. Böylece Bush yönetimi “terörle savaş” söylemi doğrultusunda önce Afganistan’a, sonra da Irak’a saldırarak enerji ve stratejik açılardan kritik öneme sahip Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslara yerleşme planlarını gerçekleştirebildi.     
11 Eylül’ün sekizinci yıldönümünde ABD’nin, ilk siyahî başkanı Barack H. Obama yönetiminde yeniden ideoloji merkezli bir jeopolitik anlayışa kaydığını görüyoruz. Dinî husumetin ve bazı siyasi odakların körüklediği kimlik ve medeniyet merkezli özcü ve saldırgan jeopolitik anlayış, ABD’ye arzuladığı sonuçları getirmedi. Mesela İran, Afganistan ve Irak’ın istikrarsızlaşmasıyla hiç olmadığı kadar bölgede güçlendi. Ayrıca ABD, ideolojik körlük nedeniyle İslam dünyasını karşısına alarak hem maddi hem de yumuşak güç açısından sistemin yükselen güçleri Rusya ve Çin karşısında elini zayıflattı. Bu faktörler, Washington’da yaşanan dönüşümün ana sebepleri olarak karşımıza çıkıyor. Kapsamlı bir değişim sürecine giren ABD, Obama’nın göreve geldiği günden itibaren, medeniyet merkezli bir jeopolitik görüşe göre hareket etmediğini göstermek amacıyla her fırsatta İslam dünyasına yönelik ince mesajlar veriyor. Ayrıca Obama yönetimi küresel işbirliği ve diplomasiyi birincil siyasi araçlar olarak ilan ederek ABD’yi tekrar“iyiliğin” ve “özgürlüğün” taşıyıcısı haline getirmeye çalışıyor.
Obama yönetimi diğer yandan da Batı’nın sınırlarını, ideoloji merkezli jeopolitik anlayışa göre, İslami olmaktan çok “anti-demokratik” bir rejime sahip olduğu vurgusuyla, İran sınırlarına kadar dayandırmaya çalışıyor. Günümüzde jeopolitik resimde İran; Rusya ve Çin ile birlikte Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin oynadığı rolü, yani “kötü”yü oynuyor. Tahran’ın yapıp ettiklerine ve Batı’nın sinir uçlarına dokunan açıklamalarına bakıldığında, bu durumdan İran’ın pek de rahatsız olmadığını söylemek yanlış olmaz. Sonuç itibarıyla ABD, 11 Eylül sonrasında gündeme gelen kimlik ve medeniyet merkezli jeopolitik anlayıştan hatasını anlayarak vazgeçmesine rağmen, İran, ABD’yi içine düştüğü bataktan çıkarmamak ve 11 Eylül sonrası eline geçirdiği avantajlı uluslararası pozisyonu kaybetmemek için bu jeopolitik görüşü gündemde tutma mücadelesi veriyor.

Paylaş Tavsiye Et