1989’da yıkılan Berlin Duvarı’ndan 20 yıl sonra, Türkiye’deki eski rejimin duvarları da yıkılmaya başladı. AB reform süreciyle hayata geçen demokratikleşme süreci, siyasi rejimin sıklet merkezini demokratik bir noktaya taşıdı. Daha da önemlisi sivil toplumun, toplumsal vicdanın, medyanın ve aydınların, eski rejimin hürriyetler üzerine örttüğü neredeyse yüz yıllık şaldan sıyrılmasıydı. Batılı gözlemcilerin “sessiz devrim” olarak adlandırdıkları bu süreç, evvela reaksiyoner cephenin direnişi, ardından da demokratik cephenin taarruzu ile sesli bir devrime dönüşme yoluna girdi. Gücünü devlet kurma mitosunun yarattığı zihniyet, mevzuat ve bürokratik yapıdan alan reaksiyoner cephe, gerçeklik algısından koptuğu için mevcut duruma fevkalade arkaik tepkiler veriyor. Maurice Duverger’in “Siyasi partiler kriz dönemlerinde kuruluş döneminin reflekslerini tekrar ederler” şeklindeki sözü, bu yapılar için de geçerli.
İşte eski Dışişleri Müsteşarı, yeni CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, bu haleti ruhiye içinde TBMM’deki Demokratik Açılım müzakereleri esnasında, şu zaman ve toplumsal atmosferde yapmaması gereken bir hata yaptı: “Atatürk açılım yapmadı, isyan edenlerle müzakere etmedi ve Dersim’de olduğu gibi anaların ağlamasına bakmadı” mealinde sözler sarf etti. CHP’nin siyasi vurucu gücü olduğu reaksiyoner cephe böylece yeni bir Dersim kıyamıyla, isyanıyla karşılaştı. Üstelik bu kez Dersimliler yalnız değildi. Vicdan sahibi herkes, bu zulme “hayır” diyebildi. Başbakan Erdoğan ise hadisenin adını koydu: “Dersim Katliamı”.
Dersim, dört dağ arasında kalan bir yer. Osmanlı İmparatorluğu döneminde merkeze gevşek ilişkilerle bağlıydı. Bu durum, coğrafya kadar kültürel ve iktisadi açıdan da böyleydi. Dersimlilerin tamamına yakınının Alevi ve Kürt (Zaza) olması bu kopukluğa itikadi ve etnik bir veçhe katıyordu. İttihat ve Terakki’nin bölgeyi merkezileştirme çalışmaları, savaşlar yüzünden hazırlık düzeyinde kalmıştı. Dersimliler Ermeni kıyımı sırasında, genel olarak kıyıma karışmadıkları gibi kaçanlara da sahip çıktılar. Bu sahip çıkma, I. Dünya Savaşı’na milislerle katılmalarına rağmen suç hanelerine yazıldı. Diyap Ağa örneğinde Milli Mücadele’ye ve Mustafa Kemal’e destek olan Dersim ahalisi, Cumhuriyet’in kurulmasıyla milliyetçi ve otoriter bir karakter kazanan rejimin merkezileştirme düşünceleri ile 1930’ların ortasında karşı karşıya geldi.
Askerlik, vergi ve aşiret yapılanmasından kaynaklanan kimi sorunlar, bürokratik ve otoriter zihniyet için bir asayiş problemi ve devlete kafa tutma olarak algılanınca, Cumhuriyet’in gücünü göstermek arzusuyla 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunu hazırlandı. Böylece bölgeye askerî güçle girmek, zorla aşiret yapısını dağıtmak ve tehcir etmek gibi geleneksel usulleri de içeren modern ulus-devletin tahakküm araçlarının tatbik edildiği bir model ortaya çıktı. Kanunun adı mantığı ortaya koyuyor: “Devletin tunç eli Dersim’e girecektir.” Öymen’e cazip gelen ve Hitler’e benzetilmesine yol açan da bu model. Bu modeli ve genel olarak Kürt meselesini araştıran İsmail Beşikçi’nin 20 yıl hapis yattığı hatırlanırsa, Tunceli Kanunu’na verilen önem de anlaşılabilir.
Tunceli Kanunu’na göre muvazzaf askerlerin vali ve kaymakam olmasıyla birlikte mesele bir harp mantığıyla ele alınmaya başlandı. Bu iş için göreve getirilen General Abdullah Alpdoğan, 1921’deki Koçgiri İsyanı başta olmak üzere iç isyanları acımasızca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı. Nurettin Paşa, Koçgiri İsyanı’nı Ermeni ve Rumlara uygulanan usullerle bastırmak isteyince, Müslüman Kürtlere böyle davranılamayacağı gerekçesiyle TBMM tarafından eleştirilmiş ve görevden alınarak yargılanmak istenmiş; ancak bu girişim başarısızlığa uğramıştı. Sakallı Nurettin Paşa’nın, gazeteci Ali Kemal’in linç ettirilmesi ve İzmir’in yakılması gibi marifetleri(!) de vardı.
Yol ve karakol yapılmasıyla başlarına gelecekleri sezen bazı aşiretler itaat etmek yerine isyan edince, 1937’de General Alpdoğan’ın özel savaş yöntemleri uygulanmaya başlandı. Bu amaçla Atatürk’ün manevi kızı olarak bilinen Sabiha Gökçen’in komuta ettiği hava bombardımanı ve İhsan Sabri Çağlayangil’in ifşa ettiği zehirli gaz kullanımı gerçekleştirildi. Özel savaş yöntemlerinin amacı, itaat etmeyen aşiretler, asker ve kanun kaçakları değil, bütün Dersim halkıydı. Bu isyan bahane edilerek Dersim’deki “derebeylik düzeni”nin tasfiyesi, nüfusun tehcir edilerek seyreltilmesi hedefleniyordu. Böyle geniş bir hedef askerî birliklerle uygulanınca olayın katliama dönüşmesi kaçınılmazdı.
Sadece köyler tahrip edilmedi, çocuklar da dâhil olmak üzere Dersimliler köyler ve mağaralarda kurşuna dizildi, bombalandı ve zehirli gazla öldürüldü. Kılıç artıkları dağlarda saklandı. İnsaflı subayların bölgelerinde ise katliamın yerini tehcir aldı. Bazı çocuklar ailelerinden koparılarak subay ve bürokrat ailelerin yanlarına ve insaflarına emanet edildiler. 1947’de Tunceli Kanunu’nun uygulanmasının sona ermesi üzerine, batıya sürülen Dersimli ailelerden bazıları yeni adıyla Tunceli’ye döndüler. Kayıplar hakkında rivayetler muhtelif; ama en azından 10 bin kişinin katledildiği, bir o kadarının da tehcir edildiği anlaşılıyor. Bu rakamı 70 bin olarak zikredenler de var.
İsyanın önemli ismi ve adı Dersimle özdeşleşen Seyit Rıza’nın hükümetle görüşmeye giderken yakalanması ile de yeni bir zulüm yaşandı. Seyit Rıza ve arkadaşları, bölgeye Atatürk geleceği için halkın ondan af istememesi veya Atatürk geldiğinde işi bitirme şerefiyle bir aferin almak için, her türlü hukuk kuralının ihlal edildiği bir mizansenle asıldılar. Asılabilmesi için Seyit Rıza’nın yaşı küçültülürken, oğlunun da aynı sebeple yaşı büyütüldü. Seyit Rıza’nın oğlundan önce asılmak istemesine rağmen, önce oğlunun asılması da yöneticilerin insaf ve vicdan seviyesini gösteriyor. Seyit Rıza’nın idama giderken söylediği, “Evladı Kerbelayız, bigünahız, ayıptır, günahtır, cinayettir” sözü, hâlâ vicdan sahibi kulaklarda duyuluyor.
Alevi çalıştaylarının ortamı yumuşattığı bir dönemde yaşanan bu tartışma ve Deniz Baykal’ın Öymen’i eleştiren Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu’nu değil Öymen’i desteklemesi, CHP’yi ve CHP’de siyaset yapan Alevileri çok zor durumda bıraktı. Anlaşılan o ki, demokratikleşme derinleştikçe reaksiyoner cephenin bilinçaltının dile vurmasına daha çok şahit olacağız. Öymen sessiz kaldığımız zulümlerin, bugünümüzü ve yarınımızı karartan bir karabasana dönüşebileceğini, zulada beklediğini bize hatırlattı. Ve şimdiye kadar görmediğimiz, göremediğimiz, hatta görmemekte ısrar ettiğimiz bir tarih kutusunu açıverdi. Ve kutu bir kez açıldı mı içindekilerin dışarı çıkmaya devam etmesi kaçınılmazdır.
Paylaş
Tavsiye Et