TÜRKİYE, Ocak ayında bir darbe planıyla daha tanıştı. 2003 yılında AK Parti’nin seçimle tek başına iktidara gelmesinden birkaç ay sonrasına ait, Hükümet’i devirmeyi hedef alan “Balyoz” isimli darbe planı, bugüne kadar ortaya çıkanların tam teşekküllüsü. Adını 12 Mart darbesinde geçen Balyoz Harekatı’ndan, detaylı uygulama modelini ise 12 Eylül Bayrak Harekatı’ndan alan bu darbe planı, ülkeyi darbe ortamına hazırlamak amacıyla hayata geçirilmesi düşünülen camilerin bombalanması, PKK ve el-Kaide’nin bombalı eylemlerinin organize edilmesi, Yunanistan’la gerginlik ve hatta ordunun kendi uçağını düşürmesi gibi eylemler dikkate alındığında “gerginlik stratejisi”ndeki cüretkârlıkla dikkat çekiyor.
Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın liderliğinde 29’u general 162 subayın katıldığı planlama, 5-7 Mart 2003 tarihlerinde Selimiye Kışlası’nda gerçekleşen harp oyununun senaryosunu teşkil ediyor. Bir dış tehlike karşısında iç bölgenin emniyetini sağlamak amacıyla takdim edilen oyun, aslında iç tehlike olarak dış tehlikenin önünde görülen irtica ve onun tezahürü olarak kabul edilen AK Parti’ye karşı darbe öncesi ve sonrasında yapılacakların bir planı olarak nitelendirilebilir.
Harp oyunu adı altında gizlenen darbe planlamasının mantığını Orgeneral Çetin Doğan toplantı sırasında kaydedilmiş konuşmasında şöyle takdim ediyor: “Arkadaşlar bu plan seminerini, birinci konjonktürel gelişmelere göre dikkatlerimizi nerelerde yoğunlaştırmamız gerektiğini ortaya koymak için yaptığımı herhalde hepiniz anlamışsınızdır. Yani buradaki Yunanistan meselesi tali bir meseledir. Söylediğimiz her söz, atacağımız her adım evvela laik demokratik Cumhuriyet’in korunması ve kollanması için olmalıdır. Laik demokratik Cumhuriyet’ten daha üstün, bundan daha büyük tehlikemiz yok mevcut durum içerisinde. Kuzey Irak’ta olsun, Yunanistan’la olsun, nerede olursa olsun dışarıya yönelik hudutlarımız ötesinde meydana gelebilecek tehdit hiçbir zaman içeride irticanın yaratacağı tehditten, irticanın baş kaldırması, ayaklanması ile ortaya çıkacak tehlikeden daha büyük olamaz. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi sağlam bir bünyeye, Atatürkçü bir yapıya, ordunun, Türk ulusunun kavuşması her türlü tehdidi ve engeli karşılamasına yetecektir.”
Burada esas tehlikeyi içeride, yani kendi halkında ve vatandaşında gören bir anlayış söz konusu. Silahlı bürokrasinin, siyasi otoriteden bağımsız bir şekilde iç tehdidi tanımlamaya başlamasından itibaren Çetin Doğan’ın çizgisine gelmesi kaçınılmaz. Doğan’ın mantığının tek bir kişiye hasredilemeyeceğini de hem bu plan seminerindeki konuşmalardan hem de şimdiye kadar gerçekleşmiş ve akim kalmış darbe teşebbüslerinden biliyoruz. Genelkurmay ve Çetin Doğan’ın plan seminerini kabul etmekle beraber bazı eklerine karşı çıkmaları, o ekler gerçek olsun ya da olmasın, durumun vahametini değiştirmiyor. Bu noktada Genelkurmay’ın Balyoz Darbe Planı’yla ilgili yaptığı açıklamadaki bir ifadeye dikkat etmek gerekiyor: “Plan Semineri, giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan bir senaryo içerisinde uygulanmıştır.” Burada geçen “gerginlik dönemi” ifadesi, kritik ve tipik bir kontrgerilla kavramlaştırması olan gerilim stratejisini çağrıştırıyor.
İstikrar İçin İstikrarsızlaştırma
Philip Willan, Kuklacılar: İtalya’da Gladyo Terörü adlı kitabında Gladyo’nun yaptıklarını şöyle tanımlıyor: “Kısaca bu, gerilim stratejisidir; istikrar için istikrarsızlaştırma stratejisi.” Jens Mecklenburg bu kavramsal çerçeveyi şöyle çiziyor: “Gerilim stratejisi, politik sağ ve solu, bir ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen, kendilerini ve toplumu imha eden iki uç olarak göstermeyi hedefleyen bir konsepttir. Özellikle İtalya’da ama Türkiye’de de politik ve askerî elit bu stratejiden yararlanmıştır. Kaosun alternatifi olarak, sol ve sağ radikallere karşı sertlik ve kararlılıkla hareket etmesi gereken ‘güçlü devlet’ sunulmaktaydı, buna demokratik oyun kurallarının zaman zaman devre dışı bırakılması da dâhildi.” (Gladio, NATO’nun Gizli Terör Örgütü, s.9)
Gerginlik stratejisinin Türkiye’de de tatbik edildiği, Özel Harp Dairesi Komutanlığı yapmış Tümgeneral M. Cihat Akyol’un, 1971 yılında Silahlı Kuvvetler dergisinde yazdıklarından da anlaşılabiliyor: “Halkı mukavemetçilerden ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince halka zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurması tavsiye edilir.”
İşte Balyoz Darbe Planı’nı yapanlar, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a başarılı olmuş ve olmamış sayısız darbe teşebbüsünde bu tavsiyeyi yerine getirmiş durumdalar. Daha üst makamların bu planın tamamının uygulanmasına izin vermemeleri durumun vahametini ortadan kaldırmıyor. Her şeyden önce ordunun zulasında daima böyle planlar mevcut ve komuta kademesi ikna olduğunda bu planlar uygulanabiliyor. İşte bu yüzden de alt kademedekiler, komuta kademesini ikna edecek veya onları icbar edecek denemelerden vazgeçmiyorlar. Bu denemeyi yapan alt kademedekiler daha ziyade terfi sisteminde normal şartlarda yükselemeyecek ve emekli olacaklar arasından çıkıyor. Bu denemelerin muhtemel kazançları dışında hiçbir cezai yaptırımla karşılaşmaması, bu anlayışın gelenek haline gelmesine yol açıyor.
NATO’nun Soğuk Savaş döneminde anti-komünizm gerekçesiyle hoşgörüyle baktığı bu mantık, Türkiye’de de irtica ve bölücülük gerekçeleriyle uygulandı. Soğuk Savaş sonrası dönemde sadece demokratik Avrupa ülkelerinde değil, Latin Amerika ülkelerinde dahi tasfiye edilen bu anlayış, Türkiye’de henüz tartışılabiliyor. Ancak bu mantığın dış destek ayaklarının tam anlamıyla ortadan kalkmadığını hatırlatalım. 2007’de ABD’de Hudson Enstitüsü’nde tartışılan senaryo da Balyoz Planı’nı andırıyordu: Beyoğlu’nda PKK’nın yapacağı bombalı bir saldırıyla 50 kişinin öldürülmesi ve Anayasa Mahkemesi Başkanı’na suikast düzenlenmesi gibi özel harp yöntemlerini esas alan bu çalışmaya, tesadüfen oradan geçen(!) Genelkurmay yetkilileri de katılmıştı. Tesadüf bu ya, Balyoz Darbe Planı’nın sunumunu yapan zamanın Birinci Ordu Kurmay Başkanı Albay Süha Tanyeri, Hudson’daki toplantıya Tuğgeneral olarak katılmıştı.
Vatandaş Gerçeği Arıyor
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Balyoz Planı’nın yayımlanması üzerine bir kez daha zor durumda kaldı; mutat olduğu üzere sert açıklamalar yaparak herkese mesajlar vermeyi denedi. Ancak Başbuğ, geçmişte darbelerin ve hataların yapılmış olabileceğini ama bugün ordunun darbe yapmayacağını söylerken, son zamanlardaki belge ve davaları adeta görmezden geliyor. Ordu, 28 Şubat’la toplumun dindar çoğunluğuyla yaşadığı sorunu aşmak için Genelkurmay tarihinde ilk defa Atatürk ve İnönü dışında, dindarlıklarıyla bilinen Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak paşaları anma toplantıları yaparak “değiştik” mesajı vermeye çalışıyor. Ancak sadece tarihî hatalarla değil, günümüzde de var olduğu anlaşılan bu tür hataları inkar eden ve onlarla yüzleşmeyen bir kurumun imajı birkaç panelle düzeltilemez. Karabekir ve Çakmak paşaların millet nezdindeki itibarları da darbecileri kurtarmaya yetmeyecektir. Başbuğ’un, Karabekir’in “Vatandaş gerçeği ara, öğren. Yanlış bilgi felaket getirir. Her işin hakikati aranmalı. O zaman kendi yolunu bulabilirsin” sözleriyle kamuoyunu aleyhteki yayınlar karşısında uyarması şaşırtıcı. Bu sözü, bu konjonktürde hatırlatmak Başbuğ’un tezlerini güçlendirmiyor. Karabekir’in sözleri bir unutma çağrısı değil, tam aksine hesaplaşma çağrısına benziyor. Evet, bugünkü kurmay heyetinin “durum muhakemesi” dersinden geçemeyecekleri kesin. Peki ya siyaset? Hafiyeliği bırakarak, bu darbeci kültürün doğduğu bataklığı kurutacak bir durum muhakemesini takiben karar ve emir verecek bir siyaset kurumu var mı? Türkiye’nin önündeki soru budur.
Paylaş
Tavsiye Et