TÜRK dış politikasının 1955’ten itibaren en önemli meselelerinden biri haline gelen Kıbrıs, 18 Nisan’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte yeni bir döneme girdi. Yedi adayın katıldığı seçimlerde, beklendiği üzere Ulusal Birlik Partisi (UBP) lideri Derviş Eroğlu oyların %50,38’ini alarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin üçüncü cumhurbaşkanı oldu. Eroğlu’nun zaferi bazılarını şaşırtsa da aslında beklenen bir gelişmeydi. 19 Nisan 2009’da yapılan KKTC Cumhuriyet Meclisi seçimlerinde oyların %44’ünü alan UBP tek başına iktidar olurken, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın en büyük destekçisi konumundaki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin ciddi oy kaybına uğraması, Eroğlu’nun cumhurbaşkanlığının sinyallerini veriyordu.
Kıbrıs Türk halkının, uluslararası tecridi sonlandıracağını öne süren Talat’ın çabalarının AB, ABD ve uluslararası kamuoyu tarafından dikkate alınmadığını fark etmesi, 2009’daki genel seçimlerde Annan Planı temelinde bir çözüm arayan partilerin yenilgisinin temel nedeniydi. İyi niyetli girişimleri yoğun bir vaat diplomasisiyle karşılık bulan Talat, zamanla gereksiz tavizler veren bir lider olarak algılanmaya başlandı. Bir-iki sembolik gösterinin dışına çıkmayan hamleler nedeniyle özellikle AB’ye karşı güveni aşınan Kıbrıs Türk toplumu, Eroğlu’nu cumhurbaşkanı seçerek, tutulmayan sözlere artık inanmayacağını ilan etti.
Kıbrıs’ta nihai bir barış sağlamaya yönelik Annan Planı, 24 Nisan 2004’te adada referanduma sunulmuştu. Türk kesimi plana “evet” derken, Rum tarafı planı reddetmişti. Aradan geçen altı yıl zarfında uluslararası tecridin somut olarak sona erdirilmesi yolunda ilerleme sağlanamadı; fakat uluslararası alanda KKTC’ye yönelik tecridin sona ermesi yolunda güçlü sesler çıkmaya başladı. Bu süreçte dört önemli gelişme yaşandı: İlk olarak, Türkiye adada artık çözümsüzlüğün sebebi olarak görülmüyor. Her ne kadar zaman zaman uluslararası kamuoyundan bazı çatlak sesler çıksa da, Annan Planı sürecinde Ankara’nın izlediği politika Kıbrıs Rumlarını, Yunanistan’ı ve AB’yi köşeye sıkıştırdı. İkincisi, bu süreçte Ankara, Kıbrıslı Türkleri daima ön planda tutarak ana muhatabın Lefkoşa yönetimi olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Bu da KKTC’nin hukuki değil ama siyasi statüsünü yükseltti. Üçüncü olarak, mülkiyet davalarına bakması için KKTC’de 2005’te kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından Mart 2010’da “etkin bir iç hukuk yolu” olarak tanındı. TMK bundan böyle Kıbrıslı Rumların mülkiyet konusundaki tek adresleri. Mülkiyet davalarıyla ilgili diğer bir önemli gelişme de, Kıbrıslı Türk Nezire Sofu’nun AİHM’de dava açarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni anlaşmaya zorlaması ve Kıbrıslı Türklerin adanın güneyinde kalan malları için TMK benzeri bir yapının oluşturulacağı garantisinin alınması oldu. Dördüncüsü, Kıbrıs Türkleri arasında 2000’lerin başında oranı %40’ları bulan, Türkiye’yi ve Türkiyeli göçmenleri “işgalci” olarak niteleyen kesimin giderek %10’ların altına düşerek marjinalleşmesi. Yani yaşadıkları sıkıntının nedeninin sadece Türkiye olduğunu düşünen Kıbrıslı Türklerin sayısı giderek azaldı.
Eroğlu “Talatlaşacak” mı?
18 Nisan cumhurbaşkanlığı seçimleri bir kez daha gösterdi ki, KKTC’de istisnasız herkes çözüm istiyor. Fakat herkesin çözümden anladığı farklı. Genel olarak iki ana çözüm kampından bahsedebiliriz. Ortak Kıbrıs Federasyonu’nu ve AB üyeliğini kalıcı bir çözüm olarak savunanlar, Mehmet Ali Talat’ın şahsında CTP etrafında birleşmiş durumda. “Konfederasyon” tezini savunan çözüm yanlıları ise Derviş Eroğlu liderliğinde UBP çatısı altında toplanmış görünüyor. Bunların dışında sayıca küçük fakat etkili bir grubun varlığı da dikkate değer. Rauf Denktaş’ın onursal liderliğinde kendini gösterip “Ulusal Konsey” adı altında toplanan, UBP kökenli ve bugün Demokrat Parti (DP) etrafında örgütlenen grup, son seçimlerde Eroğlu’nu destekledi. Eroğlu ile Denktaş cephesi arasında çözümün içeriği konusunda derin ayrılıklar bulunmuyor. Eroğlu’nun seçim sürecinde müzakerelerin oluşturulacak bir “ulusal konsey” tarafından yönetileceğini açıklaması, Denktaş etkisini hatırlatırken, 24 milletvekili bulunan UBP hükümetinin devamı için Serdar Denktaş liderliğindeki DP “koşulsuz destek” vereceğini ilan etti.
Talat ile Eroğlu’nun Kıbrıs sorununun çözümü konusunda, özellikle egemenlik ve kurulacak merkezî devletin rolü hakkındaki görüşleri farklılaşıyor; ancak iki liderin Türkiye’nin garantörlüğü konusunda ortak görüşleri de bulunuyor. Mevcut hukuki çıkmazdan çözüme ulaşmak için hangi taktiklerin izleneceği ve sorunların üstesinden nasıl gelineceği konusunda bazı temel noktalarda derin ayrılıklar var. Örneğin Talat iki kesimli, iki toplumlu, iki kurucu devlet esasına dayalı bir federasyon fikrini desteklerken; Eroğlu iki kurucu devlet temelinde konfederasyona yakın bir modeli savunuyor. Müzakere sürecinde Kıbrıs Türk halkının çıkarlarını korumak için mücadele veren Talat’ın “Denktaşlaştığı” söylenmişti. Daha şimdiden, önümüzdeki süreçte Eroğlu’nun “Talatlaşacağı” yönünde yorumlar yapılıyor. Oysa Talat’ın ne kadar “Denktaşlaştığı” belirsizse, Eroğlu’nun ne ölçüde “Talatlaşacağı” da bir o kadar muğlak. Seçildikten sonraki ilk demecinde, “müzakerelerde masadan kalkan taraf olmayacağı” garantisini veren Eroğlu, kanımızca Denktaş ile Talat arasında kendine özgü üçüncü bir yol izleyecektir. Eroğlu, Talat ile Kıbrıslı Rum lider Dimitris Hristofyas’ın üzerinde büyük ölçüde uzlaşma sağladıkları egemenlik, mutlak siyasal eşitlik ve merkezî devletin rolü gibi belli başlı konuları yeniden masaya getirmek isteyecektir. Bu durum ilk başlarda AB ve uluslararası kamuoyu tarafından eleştirilecek olsa da, demokratik seçimleri kazanıp gelen bir liderin taleplerinin göz ardı edilmesi oldukça zordur. Unutulmasın ki Talat, Kıbrıs Türk halkının çıkarlarını “yeterince” savunamadığı gerekçesiyle ikinci kez seçilmedi.
Lefkoşa-Ankara İlişkileri
Bazı yorumcular Eroğlu’nun seçilmesinin Türkiye’nin Kıbrıs politikalarına ters olduğunu ve yakın zamanda Lefkoşa ile Ankara arasında bir çatışma yaşanacağını iddia ediyorlar. Fakat durum hiç de öyle değil. Ankara, Annan Planı sürecinde de görüldüğü gibi, kendi jeopolitik ve güvenlik önceliklerinden ziyade Kıbrıslı Türklerin tercihlerini ön planda tuttu. 2004’ten bugüne “kazan-kazan” stratejisiyle önemli ilerlemeler kaydedildi. Artık 2010’dayız ve önümüzdeki konjonktür de 2002-2004 sürecinden çok farklı. Türkiye ile KKTC, hem moral hem siyasal hem de giderek hukuki açıdan güçlü bir konuma geliyor. Eroğlu da, Ankara’nın AB hedefinin farkında ve Kıbrıs Türk halkının hedefinin de AB üyeliği olduğunun bilincinde bir lider olarak müzakereleri yürütecektir. Fakat Rum tarafı için durum daha zor. Rumlar, AB üyeliğinin verdiği cesaretle oynadıkları “kazı-kazan” oyunundan vazgeçebilecekler mi? Bunu zaman ve AB ile uluslararası toplumun tutumu gösterecek.
Paylaş
Tavsiye Et