GÖRÜNEREK var olma anlayışı geleneksel dünyadan kopuşun önemli göstergelerinden biridir. Çünkü geleneksel kültürde gören ve görünen arasındaki ilişkide üstünlük, “görünen”de değil “gören”dedir. Kainatın sahibi, Kadir-i Mutlak Allah, herkesi gören, ama hiç kimse tarafından görülmeyendir. Kendini Allah’ın yeryüzündeki vekili sayan Osmanlı padişahları da, “kul”larını görünmeden gözetlemişler ve hiyerarşiyi “gören”in üstünlüğü noktasından korumuşlardır.
Halk arasında tebdil-i kıyafet dolaşan padişahın bu tutumu, kimliğini saklayarak, olmakta olanları “tabii” haliyle gözlemlemek istemesinin yanı sıra, görünmeden “görme” hiyerarşisini sürdürme isteği ile de alakalandırılabilecek bir husustur.
Halk arasında “gavur padişah” olarak bilinen, Osmanlı Devleti’ne batılı hayat tarzını getiren Sultan II. Mahmut, “sokağa” çıktığı zaman kendisini “gözetleyen” ve seyreden Osmanlı kadınları için, kendisine hayranlıkla bakılmasını yasaklayan ve padişaha bakma gafletinde bulunacak kadınların, kocalarının ve erkek kardeşlerinin dayak yiyeceğini bildiren bir ferman çıkarmıştır.
Başına taktığı sarığın biçimini, sahip olduğu maddi-manevi hiyerarşi ile kazanmış olan Müslüman Osmanlı erkeği, fes giyerek gayrimüslim erkeklerle giyim–kuşam paydasında eşitlenmeyi içine sindirememiştir. II. Mahmut’un fes giymesinin gavurlara karşı yüzünü açması olarak yorumlanması bunun bir göstergesidir. Nahit Sırrı Örik “Eski Zaman Kadınları Arasında” adlı kitabında babasının ninesi Sabure Hanım’ı anlatırken, esir ticareti ile uğraşan eski bir sadrazamın kız kardeşi ve aynı zamanda Nahit Sırrı’nın ninesinin hanımı olan kişinin şu ilginç öfkesini aktarır:
“Padişah suratını açmış, gavurlara gösteriyor. Bari siz de her tarafınızı açın!”
Eski sadrazamın kız kardeşini bu kadar kızdıran gavurlara yüzünü gösterme hadisesini Nahit Sırrı, hiçbir padişah yüzünü örtmediğine göre, padişahın fes giymesinin “yüz açma” olarak yorumlanmasına bağlar. Halbuki eski sadrazamın kız kardeşinin neden bu kadar kızdığı, Pardoe’nin “18’inci Yüzyılda İstanbul” adlı kitabının satırlarında netliğe kavuşur:
“ ‘Padişahım çok yaşa!’ sesleri halka da yayılarak ortalığı çınlattı. Ancak padişah bu selama karşılık vermedi. Çevresine bakınıyordu. Bir aralık, gözü bize ilişti. Yüzünde gülümseme ile karışık bir aydınlık belirdi ve o zaman ilk kez olarak, başını bize doğru çevirdi. Gözünü ayırmadan, bize uzun uzun baktı. Hemen eğildi ve üzengisinin yanında yürüyen subaya, yumuşak bir anlatım ve alçak sesle, bir şeyler söyledi. Subay, hemen başını eğerek yanından ayrıldı. Birden kalabalığı yararak, arabaya geldi. O sırada yorgunluktan bizim arabanın yanında, başı açık ve ayakta duran babama selam vererek, yanımızdaki uşaklardan birisine, benim kim olduğumu, beni İstanbul’a kimin getirdiğini sordu. Bu arada padişah yine sevinçli ve alçakgönüllü bir tavırla arkasına bakıyor ve gülümsüyordu.”
Bu öfkenin sebebi, ihtimal, padişahın gayrimüslim bir kadına bu kadar yakın mesafeden ve üstelik yüzüne sinmiş tebessümle bakmasıdır. Bu tebessüm, padişahın kendisini “kul”a göstermesi manasını taşımaktadır.
Sokakta kadınların kendisine bakmasını yasaklayan padişah, huzuruna çıkan kadınların “yaşmaklı çıkmalarına” müsaade etmemiştir; çünkü yaşmaklı kadın, kendisi görürken, görünmeyen konumunda olacağı için, hiyerarşi padişahın aleyhine bozulmuş olacaktır. Gören-görünen arasındaki hiyerarşi bozulduğunda, görenin denetleme gücü zayıflar.
Gören ve görülen arasındaki hiyerarşik ilişkiyi gösteren bir diğer husus, padişah kızlarının evlenecekleri erkekleri uzaktan görebilmelerine rağmen, damat adaylarının onları gör(e)memeleri şeklindeki uygulamadır. Üstünlük görende olduğu için, padişah kızı ile damat adayı arasındaki “karşılaşma anı”, taraflardan sadece kadının erkeği görebileceği ama kendisini göstermeyeceği bir mekanda düzenlenir.
“Görünme”, iktidarı mutlak bir güç olarak elinde tutmak isteyenler için, azametin azalması manasına gelir. Göründüğü anda, iktidar sahibi değişik nazarlar tarafından denetlenme sürecine tabi tutulur. Osmanlı İmparatorluğu’nun en muhataralı döneminde otuz üç yıl padişahlık etmiş olan Sultan II. Abdülhamit, halk karşısına olabildiğince az çıkmayı tercih etmiştir. O kadar ki, kendini göstermeyen ve askeri törenlerde sokaklardan at ile geçmeyen padişah ünvanını almıştır. II. Abdülhamit’in bu tavrında, kısmen yaşadığı dönemin gerektirdiği, ama büyük ölçüde de kendisinin vehimlerinden kaynaklanan abartılı güvenlik endişesinin etkisi olduğu muhakkaktır. Bununla birlikte bu tercihte, ne kadar az “görünür” olursa o denli güvende olacağı şeklindeki dokunulmazlık ile güçlülük arasındaki ilişkiye dayanan varsayımın da payı vardır. “Görünmezlik” güvenlik kadar, sahip olunan iktidar gücünün denetlenmeye kalkılmaması açısından da önem taşımaktadır. Görünmeme adına, sultanın Topkapı Sarayı’na Mukaddes Emanetleri ziyaret maksadıyla yaptığı yolculuklar bile halktan gizli tutulmuştur. Dorina L. Neave “Eski İstanbul’da Hayat” adlı kitabında bu durumu şöyle anlatır:
“Zaptiyeler, padişahın geçeceği yolları bütünüyle koruyamadıklarından, asıl yolu sır olarak tutarlar, hile için de kullanılması imkan dahilinde olan birkaç yol üzerinde hazırlık yaparlardı. Sokaklara kum atılır, padişahın beklenen geçişi için, Galata Köprüsü boş tutulurdu. Ama çoğunlukla sultan istimbotla karşıya geçip, hiç kimsenin kendisini beklemediği arka sokaklardaki fakir semtlerde, kapalı bir lando içinde yapayalnız yolculuk eder, kalabalık da boşu boşuna onu beklerdi. Böylece tanınmadan, hatta görülmeden yolculuğunu bitirip Yıldız Sarayı’na dönerdi.”
Fotoğraf makinesinin objektifinin göz olarak, üstelik çektiği fotoğrafın saklanılabilir özelliğinden dolayı, hafızası olan ve hatıra toplayan bir göz olarak ortaya çıkmasından sonra, geleneksel dünyanın gören ve görünen arasındaki hiyerarşisi bozulmuştur. Çünkü modern dünyanın var olma biçimi, “görünme”dir. Başkaları tarafından görülüyor olmak, ilgiyi kendi üzerinde toplayarak fark edilme manasını taşımaktadır. Kitle kültürü içine sıkışmış, kendisine, seri üretimin ve seri tüketimin küçük bir parçası olmaktan başka bir değer atfedilmeyen insan için fark edilme, kişiye sanal varolma biçimleri armağan etmektedir.
“Var” olduğunu, başkaları kendisini seyrettiği oranda, yani başkalarının dünyasında yer etmeye başladığında hissedebilen modern insan için, mümkün olduğunca az insana görünerek kendi dünyası içinde yaşamak, “sağlıksız” bir durum olarak algılanmaktadır.
Kadim dünyada belirleyici olan Yaratıcı-insan arasındaki dikey ilişkide, insan, yapıp ettiği her eylemin görüldüğünü ve denetlendiğini bilir. Görülen eylemler; yapılması ve yapılmaması gerekenler şeklinde bir kategorileştirmeye tabi olduğundan, kul, mümin, münafık, günahkar, isyankar isimlerinden birini alır. Modern dünyadaki görme ve görünme ise yatay düzlemde gerçekleşir. Görme ve gösterme mekanizmasını elinde tutan imaj teknikleri nedeniyle, bu aynı zamanda bir denetleyen–denetlenen ilişkisine dönüşür. Bu ilişki neticesinde kişinin aldığı isimler, artık dini-ahlaki kategoride değildir. Estetik-zevk kategorisinde bir puanlamadır söz konusu olan. Böylece kişi, ya herkesin gözünü diktiği dairenin içine girerek “in” olur; ya da bu daireye giremeyerek, yani görünürlük ve fark edilirlik sınırının dışına itilerek “out” olur.
Zevk-estetik kategorisindeki görme-görünme hiyerarşisi, denetleyen ve denetlenen ilişkisi şeklinde, kendisini en fazla “şöhret sahibi” olanlar üzerinden belli eder. Şöhrete talip olanlar, denetlenmeye gönüllü olarak boyun eğdikleri için, kendilerini modern öncesinin köle-cariye isimlendirmesinin dışında tutarlar. Halbuki hayatlarındaki özgürlüğün sınırı köle ve cariyelerin sınırlarından daha dardır.
Görünür olmak, daha fazla göz tarafından denetlenmeyi göze almak demektir. Daha fazla göz tarafından denetlenme ihtiyacı ise, insanın kendisini yaratan Yaratıcı tarafından görüldüğü/denetlendiği inancı ve bilincinin zayıflamasıyla doğrudan alakalandırılabilecek bir durumdur.
Paylaş
Tavsiye Et