AVRUPA Birliği’nin temelinde korku vardır. Yaşanan iki dünya savaşını da Avrupalılar çıkardı. Ama birincisinde ekonomik ve emperyal güçlerini, ikincisinde de siyasi ve askeri hakimiyetlerini, Atlantik’in öte yakasındaki nevzuhur Amerika karşısında kaybeden yine Avrupalılar oldu. 1945’de artık Avrupa’daki hiçbir aktör, dünya ölçeğinde bir güç olma iddiasına takat yetiremiyordu. Doğuda büyüyen Sovyet tehdidi karşısında, ABD’nin Truman Doktrini çerçevesindeki yardımlarıyla toparlanmaya çalışan kıta Avrupası bir yana, “üzerinde güneş batmayan” Büyük Britanya İmparatorluğu bile zordaydı. Öyle ki, finans denince akla gelen ilk merkez hâlâ Londra –veya özgün adıyla City– olmasına rağmen, uluslararası parasal ve finansal sistemin temelleri, ünlü İngiliz iktisatçı Keynes’in idealist önerileri üzerinde değil, adı-sanı duyulmamış olsa da, arkasında ABD Hazinesinin Fort Knox’taki namütenahi altın rezervlerinden aldığı güçle caka satan White’ın planları çerçevesinde şekillendirilmişti.
Avrupa’nın bir savaşa daha tahammülü kalmamıştı. Fransa (ve Fransa’yı Almanya’dan korumak için tasarlanmış tampon Belçika-Lüksemburg) ile Hollanda bir başka “Pyrrhos (Pirus) Zaferi” daha istemiyordu. Tarihte Roma-Germen İmparatorluğu ile, modern zamanlarda da Bismark ve Hitler ile iki huruç harekatına girişen Almanya, çözümün –en azından kısa vadede– zor ile sağlanamayacağına ikna olmuştu. Avrupa’nın şekillendiği ulusal monarşiler çağına da sanayi devrimine de gecikmeli olarak katılan Almanya ve İtalya’nın “sonradan görme”likten kurtulup masanın eşit ortakları haline gelmesinin yolu fetih değil, gönüllü katılımdı. Roma’yı, Papalığı ve Rönesans’ı temsilen İtalya; Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu ve Protestanlığı temsilen Almanya; aydınlanmayı ve Napoleon sayesinde ‘birleşik tek Avrupa’ ülküsünün patent hakkını temsilen Fransa bir araya geldi.
Savaş sanayiinin stratejik maddeleri olan kömür ve çelik Avrupa’nın ilk harcı oldu. Bunu, yeni çağın dehşetli silahı nükleer güç izledi. Avrupalılar bundan sonra silahları birbirlerine doğrultmamayı böylece garanti altına aldılar. 1957’de Avrupa evine ilk adımın atıldığı eşik gerçekten ‘ortak Avrupa’ manasına uygun bir yerdi. Hem tarihte Avrupa’dan hareketle küresel bir nizam kurmayı başaran tek örneğin hem de Hıristiyanlığın merkezi Roma. Avrupalılar bu evliliğin bir Katolik nikahı olmasını arzuladıklarını da böylece ortaya koymuştu. Avrupa’nın iki başkentinden biri olma imtiyazı ise yine son derece manidâr olarak Fransa ile Almanya arasındaki ihtilafın kaynağı olan Strasbourg’a verildi.
Dünya üretiminin üçte birini tek başına gerçekleştiren ve Avrupa da dahil dünyanın her köşesinde askerî güç bulunduran ABD; ekonomik ağırlığı olmasa da silah gücüyle ve bağımsızlıklarını kazanan eski sömürgelerden aldığı ivmeyle yükselen Sovyetler; özgün Asya değerleriyle bezeyerek geliştirdiği kapitalizm senteziyle kısa zamanda hem sanayi hem de finans alanında küresel bir güce dönüşen Japonya karşısında Avrupalı aktörlerin tek başlarına bir başarı şansı kalmamıştı. İngiltere, hem ilk defa birleşen kıta Avrupasını kendi haline bırakmamak, hem de ABD ile sürdürdüğü büyük oyunda mevcut hegemon ile muhtemel rakibi arasındaki denge unsuru rolünü oynayarak alan açabilmek amacıyla, aslında kendisini pek ait hissetmese de Avrupa’nın ‘şarta bağlı’ bir parçası oldu. Tabii buna en büyük direncin Fransa’dan gelmiş olması hiç şaşırtıcı değildi.
Başka türlü varolamayacağı veya kendini gerçekleştiremeyeceği korkusuyla Avrupalılar yine biraraya geldi. Ekonomik Topluluk, Ortak Pazar’a, oradan Avrupa Topluluğu’na evrildi. 1992’de Hollanda’nın, Belçika sınırındaki 122 bin nüfuslu küçük Maastricht şehri, tarihe Tek Avrupa Anlaşması ve meşhur kriterleriyle geçti. Dünyada ikinci ABD kısaltmalı federal devlet (Avrupa Birleşik Devletleri) için ilk adım atılmış oldu.
SWOT Analizi - Çevre
İşletmecilikte stratejik planlama için yaygın olarak kullanılan bir yöntem SWOT analizidir. İngilizce Strengths (üstünlükler), Weaknesses (zaaflar), Opportunities (fırsatlar) ve Threats (tehditler) kelimelerinin ilk harflerinden türetilmiş bir kelimedir. AB ile ilgili stratejik bir analiz yapabilmek için AB’nin üstünlükleri ve zaafları ile Türkiye-AB ilişkilerinde bizi bekleyen fırsatlar ve tehditleri karşılaştırmalı bir biçimde değerlendirmemiz gerekir.
Dünyanın yeni bir dönemin eşiğinde olduğunu görebiliyoruz. Öyle ki küresel güç sıralamasında çeşitli kriterlere göre hazırlanan listeler on yılda bir kökten değişebiliyor. 1990’ların başında dünyanın en büyük on finans kuruluşunun yedisi Japonlara aitken 2000’lerde Japon finans sistemi derinleşen ekonomik durgunluğun temel sebebi haline gelebiliyor. Hiçbir değer birimi güvenilir değil. Son yirmi yıllık dönemde 1 doların Alman markı karşısındaki değerinin 4’ten 1,50’ye gerilediğine, sonra 2,40’a çıkıp tekrar 1,64’e indiğine, 1980’de onsu 900 dolar olan altının 2000’de 250 dolara gerilediğine şahit olduk. Yine 1980’li yıllarda Batı sistemi intra-paradigmatik, yani kendi değerler sistemi içindeki çelişkiyi çözdü. Artık tek kutuplu ama çok eksenli kaotik bir dünyada yaşıyoruz.
Küreselleşme adı altında dünya yeniden yapılandırılıyor. Ama yaşanan değişim simetrik değil. Merkez güçlerin rekabet üstünlüğü taşıdıkları alanlarda alabildiğine açık, çevrenin görece avantajlı olduğu alanlarda korumacı bir dünya şekillendiriliyor. Uluslararası normlar ve standartlar, yönetişimin çerçevesini çizdiği evrensel ölçekte tek tip bir dünyayı hedefliyor. Kağıt üzerinde çok tutarlı ve hakkaniyete uygun görünen bu ilkeler uygulamada çevrenin merkez karşısındaki eşitsiz konumunu mutlaklaştırma işlevi görecek tuzaklarla dolu. İMF’den kredi almak da, Uluslararası Ödemeler Bankası BIS’nin imkanlarından yararlanmak da, AB ile ortaklık sürecini ilerletmek de hep ulusal sınırlar içinde yerel güçlere (haklı veya haksız) avantaj sağlayan düzenlemelerden ilelebet feragât etmeye bağlı.
Üstünlükler ve Zaaflar
Avrupa’nın merkez güçleri küreselleşmeyi başaramadılar. Küresel güç olabilmenin anahtarı tarih boyunca hep Asya bağlantısını sağlayabilmekten geçti. Sırasıyla; Hint Okyanusu ve Filipinler İspanya’ya; Endonezya ve Polinezya Hollanda’ya; Vietnam Fransa’ya; Hindistan ve Hong Kong İngiltere’ye Asya bağlantısını kurma imkanı tanıdı. “7 B” olarak formüle ettikleri Berlin, Budapeşte, Belgrad, Bükreş, Bosphorus (İstanbul), Bağdat, Bombay hattını inşa edemeyen Almanya ise başarısız oldu. Bu yedi B’nin bulunduğu hat Asya’yı Avrupa’ya ve Afrika’ya bağlayan yolların geçtiği bölgedir. Deniz hakimiyeti için stratejik önem taşıyan bu bölgede okyanuslar birbirine kavuşurlar. AB’nin kaderini de yine bu hat belirleyecek gibi görünüyor. 1980’lerde İspanya-Portekiz-Yunanistan genişlemesi, MEDA Akdeniz bölgesi mali destek programlarıyla birlikte değerlendirildiğinde AB’nin Akdeniz üzerinden zengin enerji kaynakları ve ucuz işgücü pazarlarıyla Kuzey Afrika’ya açılımını sağladığı görülüyor. 1990’lardaki Orta ve Doğu Avrupa’ya yönelik genişleme, bir taraftan Almanya’nın ‘hayat alanı’ stratejisinin, diğer taraftan da Avrupa bütünlüğünün gereğiydi. Ayrıca, Sovyetlerden doğan boşluğun ABD tarafından doldurulması riskinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Ama bütün bunlar AB’nin Avrupa kıtasındaki derinleşmesini müstahkem kılmaya yönelikti. Küresel güç olma formülü, AB’nin yakın çevresindeki üç problem alanına nüfuz edebilmesine bağlı: Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu.
AB’nin köklerinin altı üye ülkeye dayandığı dönemde, Avrupa bütünleşme sürecinin sert çekirdeği 22 Ocak 1963’te imzalanan Elysée Antlaşması ile oluştu. Bundan sonra, önce Paris-Bonn, ardından 2 Ekim 1990’dan itibaren Paris-Berlin ekseni Avrupa Birliği’ne giden sürecin motoru oldu. Birçok dosyada görüş ayrılıkları kaçınılmaz olsa da, genişleme, para birliği, antlaşmaların reformu, savunma politikası, Airbus ve Ariane gibi birçok AB atılımında, eski azılı düşman, yeni ortak iki ülkenin itici rolü belirleyici oldu. Bu yakınlaşma İngiltere ve geleneksel olarak onunla birlikte hareket eden Hollanda, İsveç, Danimarka ve İspanya tarafından ihtiyatla izleniyor. İngiltere, AB’nin başarılı olması durumunda kaçınılmaz olarak ABD ile yaşanacak çekişmede etkin konum bulma yönünde bir politika izliyor. AB’nin çekirdek güçleriyle eurodan ortak tarım politikalarına, AB ordusundan, uluslararası krizlerde alınacak tavıra kadar bir dizi konuda anlaşmazlık içinde olması tesadüfî değil. AB’nin ABD’yi dengeleyecek kadar güçlü ama kendisine rağmen küresel güç haline dönüşemeyecek kadar zayıf olması İngiltere’nin menfaatinedir.
Bu görüş ayrılığı sadece hukukî, siyasî veya stratejik bir entelektüel zihin jimnastiğinin konusu değil şüphesiz. AB rüştünü ispat etmesi gereken iki küresel krizde de sınıfta kaldı. Hem Bosna’da hem de Irak’ta AB etkin bir rol oynayamadı ve inisiyatifi ABD’ye kaptırdı. Bu zaafta AB’nin karar alma mekanizmasının hantallığı, bürokratik yapısının stratejik çevikliğe ve esnekliğe izin vermemesi ve her şeyden önce kararlılık gösterememesi büyük rol oynadı. Üstelik her iki krizde de AB kendi içinde bütünlüğünü koruyamadı. Özellikle son Irak Krizi’nde, AB ile ortaklık müzakerelerini, talep ettikleri tavizleri elde ederek bağlayan yeni aday ülkelerin ABD saflarında yer tutmaları, AB için ciddi bir prestij kaybına yol açtı. Dolayısıyla çekirdek güçler, dikey derinleşmeyi gelecekteki başarının olmazsa olmaz şartı olarak görmekte haksız değiller. Ama birliği bu yönde zorlamak, dışlandığını veya karar süreçlerinde etkin olamayacağını düşünen üyelerin durumlarını yeniden gözden geçirmesine kadar varacak krizlere yol açabilir. AB’nin bu alanda atacağı adımlar; “zincir ancak en zayıf halkası kadar güçlüdür” sözünün Avrupa zinciri için pratiğe yansıma alanı olacak.
AB’nin üstünlükler-zaaflar matrisinde önemli bir kesişme noktası ise ekonomik yapısı. Euro projesi başlangıçta, doğal olarak ilerlemekte olan Alman markının Avrupa’nın ortak parası olması sürecine Fransa’nın bir tepkisi olarak ortaya atılmış olsa da, “Fransızlarla iş yaparken Alman bayrağını bir, Fransız bayrağını ise üç kere selamlama” düsturunu benimsemiş olan Almanlar bu projeden bir uluslararası rezerv para çıkarmayı başardı. ABD dolarını ve Amerikan hegemonyasını tehdit eden bu başarılı girişim, dış ticaretlerinin %70’inden fazlasını kendi aralarında yapan AB ülkelerine büyük bir fırsat sağladı. Bununla birlikte Maastricht kriterlerinin ve Kalkınma ve İstikrar Paktı’nın dar sınırları, ABD karşısında yapısal özelliklerinden dolayı esneklik zaafı taşıyan AB ekonomisini bir cendereye daha soktu. Üstelik bölgeler arası ekonomik farklılıklar dolayısıyla ortak ekonomi politikalarının maliyeti genellikle merkezde yer alan zenginlere yıkılıyordu. İngilizler “kraliçe”lerinden vazgeçmeye ikna olursa, arkasına City’nin gücünü de alan euro küresel finans piyasalarının liderliğine aday olabilir. Ama AB borsalarını birleştirme projesi başarılı olsa bile, Frankfurt’un tek başına şansı sınırlı olacaktır.
AB’nin geleceğin dünyasındaki yerini belirleyecek bir diğer unsur, anayasa tartışmaları sırasında açıkça ortaya çıkan “ortak Avrupa değerleri” konusudur. Roma, Keltlerden Galyalılara, Filistinlilerden İyonyalılara, Yahudilerden Mısırlılara kadar değişik kimlikleri içselleştirebilmiş, sonunda da karşılaştığı en büyük meydan okuma olan Hıristiyanlıkla ortak bir sentez üreterek Avrupa, dolayısıyla Batı medeniyetinin temel taşlarından biri olmuştu. Küresel güç olma başarısını gösteren Osmanlı Devleti’nde ve ABD’de de benzer nitelikleri gözlemlemek mümkün. Halbuki ne Roma-Germen İmparatorluğu, ne Napoleon, ne de Hitler evrenselleşen değerler ortaya koyamadılar. Avrupa’nın merkez güçlerinin tarihteki uygulaması bunun tam tersine dışlayıcı oldu. Bugün AB küresel güç olabilme sınavının en kritik sorusuyla karşı karşıya. Kendi dışındaki etno-kültürel unsurları ve farklı medeniyet havzalarının zenginliğini içselleştirebilecek mi? Burada söz konusu olan, bazı unsurlara, o da seçici davranarak, azınlık hakları tanıma düzeyinde bir hoşgörü gösterisi değildir. Zira içselleştirme, antropoloji veya medeniyetler tarihi müzesinde, ziyaretçilerin ilgiyle izleyebileceği bir yer vermenin çok ötesinde ortak bir paydada buluşmayı gerektirir. Tarihi ‘öteki’ne olan düşmanlık ve ‘öteki’nden duyulan korku efsaneleriyle örülü olan Avrupa’nın karşısındaki en ciddi sınav bu olacağa benziyor. ABD’nin 11 Eylül’den sonra içine girdiği şizofren paranoya tablosu aslında AB’ye bir atılım yapma imkanı tanıyor. Bu imkanı yerli yerince değerlendirebilmek büyük ufuklar açabilir.
“Bizim Avrupa” – Fırsatlar ve Tehditler
Avrupa’yla aidiyet ilişkimiz sadece tarihî bir gerçek değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal bir olgudur. Sofya 1385’te, Selanik 1430’da, Bosna 1463’te, Belgrad 1521’de, Budapeşte 1529’da, Estergon 1543’te “bizim Avrupa”nın parçaları oldu. Balkanlar bizim için Anadolu’dan farklı değildi. Tuna ve Meriç, Avrupalı olduğu kadar bizimdir de. Osmanlı, 30 Mart 1856’da imzalanan Paris Konferansı ile devrin AB’si sayılan “Avrupa Devletleri Konseyi”ne alınarak resmen Avrupalı ilan edilene kadar dört buçuk asırlık bir Avrupa macerası yaşamıştı zaten.
Avrupa sadece fethedilen bir toprak değildi bizim için. “Muhacir” olmayanlarımız da dahil, hâlâ Rumeli türküleriyle neşelenen, kahramanlık türkülerinde “bizim Avrupa”dan yerleri anarak coşan bir toplumuz. Avrupa müziği ve estetiği, bilim ve edebiyatı, felsefe ve teolojisi “alaturka” esintilere açıldığı ölçüde kendine evrensel ölçekte bir model tasarladı. Biz de daha 1353’de Avrupa’ya ayak basmadan, henüz Anadolu’da Bitinya ucunda bir beylik iken, on beş asırlık Doğu Roma medeniyetiyle yüzleşerek onu, yüz yıl içinde varisi olacak kadar içselleştirmekten geri durmadık.
Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkiler, ekonomik, siyasî ve stratejik yönleriyle ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Türkiye’nin, dünyada etkin bir aktör olabilmek; jeopolitiğinin ve tarihinin kendisine yüklediği ağır sorumlulukları hakkıyla yerine getirebilmek; bölgesel entegrasyonlarla yoğunlaşan, küreselleşmeyle yeni bir yapısal dönüşüm yaşayan dünyada ayakta kalabilmek için Avrupa derinliğine ihtiyacı var. AB açısından ise Türkiye, küresel ölçekte bir güç olabilmesinin önündeki üç önemli sınavda da anahtar konumda. Bir başka deyişle AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacı, Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından daha az değil.
Türkiye’nin Balkanlar’daki, Kafkaslar ve Orta Asya’daki, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki stratejik derinliği AB için hayatî değer taşıyor. Halbuki Türkiye’deki (hem AB’ye taraftar hem de muhalif) bazı çevreler için AB ile ilişkilerin gelişmesi, anılan bu bölgelerden uzaklaşmakla eşanlamlı tutuluyor. Türkiye’ye değer katan ve onu AB için vazgeçilmez kılan en önemli değeri AB ilişkilerinin sorunsalı olarak algılamak, stratejik planlama ve hareket için ne kadar büyük zaaflar taşıdığımızın da bir göstergesi. Doğuya ve güneye doğru açılabildiği ölçüde batıda, batıya açılabildiği ölçüde de doğuda ve güneyde konum kazanacak olan Türkiye, tehditleri fırsata dönüştürebilme potansiyeline sahiptir.
Türkiye’nin ekonomik büyüklükleri AB ölçeğinde marjinal kalıyor. Ortak ekonomi politikalarının kriterleri şu anki performansımızın çok ötesinde olduğu gibi söz konusu politikaların gelecekte Türkiye’nin ekonomi-politik alanında hareket kabiliyetini sınırlayacağı da açıktır. Bütünleşme aşamasında, 19’uncu yüzyıldan beri gerçekleştirmeye çalıştığımız millî sermaye - millî burjuvazi ülküsünün tarihe karışması, ekonomide ulusal kimliğin korunamaz hale gelmesi kaçınılmaz olsa da sadece tehditlere odaklanmak doğru değil. Ayrıca bölgesel bütünleşmelerin hız kazandığı bir ortamda, yegâne mantıklı açılım alanımız olan AB’yi dışlama seçeneğimiz gerçekçi olmaz. Halihazırda dış ticaretimiz ve yabacı sermaye yatırımları açısından zaten çok ileri düzeyde ilişki içinde olduğumuz AB ile bütünleşmenin daha ileri boyutlara ulaşması durumunda yerli girişimcilere büyük bir alan açılmış olacak. 1960’lı yıllarda ‘Alamancılık’ şeklinde başlayan Avrupa tecrübesinde bugün gelinen nokta, AB üyesi ülkelerde yerleşik Türk girişimcilerinin başarı öyküleri, küresel şirketlerin hemen hepsinin Doğu ve hatta Orta ve Güney Avrupa operasyon merkezlerini İstanbul’da konuşlandırmaları bu çerçevede kullanılabilecek fırsatlar konusunda fikir veriyor. Özetle, zaten belli ölçüde bütünleşmiş olduğumuz AB ile ilişkilerde elimizi rahatlatacak açılımlardan yararlanmayı becerirsek her halükârda maruz kalacağımız tehditleri ölçülebilir ve yönetilebilir hale getirmenin yanı sıra fırsatları da değerlendirebiliriz.
Türkiye’nin askerî ve stratejik geleceğini tek bir seçeneğe bağlama gibi bir hataya düşmesine coğrafyası izin vermiyor. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Doğu Akdeniz’de, Orta Asya’da ve Orta Doğu’da bazen birbiriyle çelişik gibi görünen politikaları bir arada uygulamak zorundayız. Bu durum, uluslararası ilişkileri tek boyutlu ve statik bir bilim olarak algılayan zihinlerde karışıklığa, böyle dinamik bir tempoyu kaldıracak zihinsel ve manevî gerilime sahip olmayan bürokratik yapılarda yılgınlık ve bezginliğe yol açıyor. Artık varolmayan paradigmaların şekillendirdiği eski dönem politikalarının şablonlarıyla hareket etmeye çalışmak, çok boyutlu ve kaotik çevresel şartlarda yer yer kısmî felçlere sebep oluyor. AB Türkiye açısından vazgeçmemesi gereken bir stratejik alternatif olmalıdır. Türkiye, küresel güçler arasında kendi çıkarına uygun stratejik manevraları uygulamakta, 1573’de II. Selim’in “...rızayı şerifime mugayır haricden kimesne getiresiz, bir vechile özrünüz mahalli kabulde vaki olmaz” fermanıyla kral seçimine müdahil olduğu Polonya kadar başarı gösteremezse bunun sorumluluğu sadece politika yapıcılarda olur.
AB ile ilişkileri araçsal düzlemde algılamak, sadece konjonktürel şartlara bağlı olarak ve hiçbir zihinsel dönüşüm yaşanmamasına rağmen; taraftarların muhalife, muhaliflerin taraftara dönüşmesine yol açabiliyor. Türkiye’nin içinde merkez ve çevre arasında yaşanan gerilimin şiddetlenmesi, bir yandan mekanik sistemlerde sürtünme kuvvetinin etkisine benzer bir rol oynayarak enerjinin boşa harcanmasına, diğer yandan daha hayatî olan gerilimlerin sağlıksız değerlendirmelere konu edilerek Türkiye’nin, kapsamlı planlar olmaksızın taktik adımlarla “Büyük Oyun”un edilgen ve önemsiz bir aktörü derecesine indirgenmesine sebep oluyor. Tehdit altında olan sadece Türkiye’deki bazı kesimler değil, topyekün varoluş davamızdır. Kendini merkeze alarak medeniyetinin ben idrakine sahip çıkan, bu idrakle kendi stratejik planlaması doğrultusunda hareket eden Türkiye’nin artılar hanesindeki birikim, tehditleri bertaraf etmeye ve fırsatlardan yararlanmaya yeter. Bunun olmazsa olmaz şartı ise 14’üncü yüzyılda Avrupa’yı “bizim” yapan ruhu yeniden kuşanmaktır.
Paylaş
Tavsiye Et