EKONOMİK bir bütünleşme hareketi olarak başlayan Avrupa entegrasyonunun bu karakterinin, bütünleşme sürecinde olduğu kadar, AB’nin dış ilişkileri üzerinde de derin etkileri olduğu Soğuk Savaş sonrası dönemde iyice belirginleşti. AB, uluslararası ekonomik alandaki güçlü rolünü uluslararası siyasete yansıtamamakta. Son Irak krizi şunu iyice ortaya koydu ki; artık geleceğin dünyasında uluslararası alanda etkili olmak için askeri güçten yoksun ekonomik birlikler kurmak yeterli olmayacak. Birliğin siyasi bir kimliğe evrilmesinde en önemli adımlardan birini de anayasa hazırlıkları oluşturuyor.
AB, tarihinde ilk kez, tüzel bir kişiliğe bürünerek Birliği yeniden düzenlemeye çalışıyor. AB nedir? Hangi hedeflere ulaşılmak isteniyor? Birlik yönetimi nasıl olacak? Avrupa Anayasası’nı hazırlamakla görevli Konvansiyon, bu ve benzeri soruları 16 ay içinde yanıtlamaya çalıştı ve sonuçta Selanik Zirvesi’nde sunulan ve kabul edilen taslak ortaya çıktı. Anayasa taslağı, Roma, Amsterdam, Maastricht ve Nice’de imzalanan tüm antlaşmaları tek çatı altında toplayarak, bir bakıma onların yerini aldı. Taslak yukarıda belirtilen sorulara çözüm ararken aslında AB’nin geleceğini şekillendirmeye çalıştı.
Avrupa’nın geleceğinin ne olacağı ile ilgili sorulara cevap bulmak için 19 Ekim 2001’de Gent’te başlayan süreç 14-15 Aralık 2001’de Laeken zirvesinde Avrupa Birliği Konvansiyonu adıyla somutlaştı. Konvansiyonun başkanlığına Türkiye’nin AB’ye girmesini istemeyen, bunu da açıkça ifade eden ve AB’nin Hıristiyan kimliğine sık sık vurgu yapan, Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing getirildi.
Her üye ve aday ülkenin bir hükümet temsilcisi ve iki parlamenterle temsil edildiği Konvansiyonda aday ülkelerin üye ülkelerle aynı statüde yer aldıkları izlenimi verilmek istendi. Ancak aday ülkeler, üzerinde üye devletlerce uzlaşma sağlanan ve sonuç bildirisine girecek kararlar üzerinde uzlaşmayı bozucu bir oy hakkına sahip değiller. Böylece Avrupa’nın geleceğine ilişkin kararlarda, AB üyesi ülkeler ile aday ülkeler arasında görünürde bir eşitlik sağlanmışsa da özde bir eşitlik söz konusu değil. Türkiye dahil diğer aday ülkeler Konvansiyonda görüş bildirebilecek; ancak oy kullanamayacaklar. Aday ülkelere bir nevi genişletilmiş gözlemci statüsü tanınmış durumda ve bu ülkelerin alınan kararlara itiraz etmeksizin uyması bekleniyor. 105 üyeli Konvansiyonun çalışmalarında Temel Haklar Şartı’nın statüsü, ulusal parlamentoların rolü, AB kurumları ve üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımı ile AB Antlaşmalarının sadeleştirilmesi gibi konulara öncelik veriliyor. Ayrıca Birliğin gündeminde yer alan ve AB’nin geleceğini ilgilendiren konuların da AB ajandası içinde yer alması kabul edildi. Konvansiyon ilk iş olarak “Avrupa nedir?” sorusuna cevap vermek için bir anayasa oluşturmaya girişti. Haziran 2003’teki Selanik Zirvesi’ne sunulan anayasa metni ise yetki tartışmalarını tekrar alevlendirdi.
AB Anayasası’nın Temel İlke ve Amaçları
Selanik Zirvesi’nde sunulan Avrupa Anayasası ile ilgili son karar Ekim ayındaki Roma Zirvesi’nde verilecek. AB kurumları ile devletler arasında yetki paylaşımı ve karar alma sisteminin işleyişi gibi devletlerin milli çıkarlarını ve egemenliğini doğrudan ilgilendiren konularda pazarlıkların çok çetin olacağı muhakkak. Fakat Konvansiyonun önerdiği taslağın esas uzlaşma zemini olarak kalması kabul edilmiş durumda. Bu çerçevede öngörülen temel ilke ve amaçlar şunlar:
Anayasa taslağının I. Bölümünde, AB’nin amaçlarının tanımlandığı maddelerde, Avrupa idealini oluşturan değer ve kavramlar belirtiliyor: Tek pazar, yüksek rekabet gücü, tam istihdam, sosyal piyasa ekonomisi, barış, özgürlük, güvenlik, adalet, çevreyi koruma, sürdürülebilir kalkınma, bilimsel ve teknolojik ilerleme, sosyal adalet, sosyal koruma, kadın-erkek eşitliği, yaşlılara destek, çocuk hakları, kuşaklar ve devletler arası dayanışma, herkes için eşit fırsat, vs. Bu amaçlar arasında üye ülkeler ile Birlik arasındaki ilişkiyi belirleyen üç önemli ilke göze çarpıyor:
AB, üyeleri arasında ekonomik, sosyal ve coğrafi bütünlüğü destekler.
AB, içindeki kültürel ve dilsel çeşitliliği korur.
AB, üye devletlerin toprak bütünlüğü, anayasal düzenleri, siyasi yapıları ve hükümet sistemlerine saygı gösterir.
Bu ilkelerle şu vurgulanmış oluyor: Anayasa Avrupa Devletleri ve halklarının ortak bir gelecek kurma iradesini yansıtan, ulusal kimliklere saygı duyan, üye ülkelerin politikalarının eşgüdümünün sağlanacağı ve belli ortak politikaların federal bir temelde yönetileceği bir Birlik kurar. Devam eden maddelerde Birliğin sınırları çiziliyor: Birlik halkları aynı değerleri paylaşan, bu değerlere saygı duyan ve bu değerleri birlikte destekleme yükümlülüğüne giren bütün Avrupa ülkelerine açıktır. Burada belirsiz kalan “Avrupa ülkeleri” kavramının tanımıdır. Bu ülkeler hangileridir? Ukrayna, Rusya ve AB’ye girme isteğinde olan İsrail bir Avrupa ülkesi midir?
Anayasa’nın giriş bölümünde Avrupa’nın kültürel, dinsel ve hümanist (!) mirasına; demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve sosyal dayanışma ilkelerine –AB’yi AB yapan temel ilkeler- atıfta bulunulurken; Avrupa siyasetini belirleyen, laik ve dinsel kökenli partiler arasındaki bölünme ile liberal ve sosyalist bölünme arasında dengeler gözetilmeye çalışılmıştır. Bundan başka, bazı çevrelerin doğrudan Hıristiyan mirasın vurgulanması yönündeki girişimleri taslak metinde yer almadı. Nüfuslarının büyük bölümü Katolik olan İtalya, İspanya, Polonya ve İrlanda gibi ülkeler, anayasada Hıristiyanlık’a atıf yapılması için mücadele ettiler. Katolik dünyasının lideri Papa II. John Paul, bir bildiri yayımlayarak AB’den, Avrupa Anayasası’nda Hıristiyanlık’a atıf yapılmasını istedi. Papa bildirisinde Avrupa’nın ümit kaynağının Hz. İsa olduğunu vurguladı ve “Belgenin, dine ve özellikle de Avrupa’nın Hıristiyanlık mirasına atıfta bulunması gerekir” diyerek Avrupa’nın Hıristiyan köklerine atıf yapılmasının zorunluluğuna işaret etti. Konvansiyon başkanı Giscard ise “Avrupa’nın kendine özgü bir kültürü var. Hıristiyanlık da bu kültürün bir parçası. AB’yi isteyen, Türkiye gibi Hıristiyan olmayan ülkelerinse bu kültürle bağı olamaz. Buna izin verirsek, bir gün Fas’a da şans doğar” diyerek tavrını açık bir şekilde ortaya koydu.
Uluslararası hukuk açısından anayasa ile birlikte AB gerçek bir tüzel kişilik haline geliyor. Şimdiye kadar bu konuma yalnızca yetkileri ekonomik işlerle sınırlı olan -AB’nin ilk sütunu - Avrupa Topluluğu sahipti. Üye ülkeler anayasa ile birlikte AB’yi bir siyasi bütün olarak kabul etmek zorunda kalacaklar. Burada dış politika ve güvenlik konularında farklı milli çıkarları olan ulus-devletlerin temel bazı konularda egemenlik haklarını AB’ye devretme konusundaki isteksizliklerinin anayasaya nasıl yansıyacağı önemli bir sorun olarak duruyor.
Avrupa Anayasası’nın iyi işlemesini sağlamada, onun kurumsal işleyişi kadar, Avrupalı vatandaşların ortak bir gelecek vizyonuna sahip olarak AB politikalarını desteklemeleri de önemlidir. Halktan uzak, teknik, karmaşık ve AB uzmanlarının bile zor anladığı bir anayasanın halktan nasıl destek bulacağı muğlak. Bu bakımdan anayasanın başarısı için Avrupalı vatandaşların, yönetilenlerin onayı da gereklidir. Ancak Schuman Planı’ndan elli yıl sonra bile hâlâ “Avrupa Halkı” oluş(a)madı. Sadece uluslararası bürokrasinin şemsiyesi altında birbirine yakın duran halklar söz konusudur.
Ulus-devletten ulus-üstü bir kurumsallaşma yolunda 50 yıllık bir tecrübe sahibi olan Avrupa gelinen süreçte hâlâ ulus-devlet mantığından kurtulamamanın sıkıntısını çekiyor. Birbirinden farklı milli bakış açılarıyla bir araya gelen 15 AB ülkesi ve 13 aday ülkeden delegelerin değişik parti ve mezhep/din aidiyetlerinin olması, uzlaşmayı zorlaştıran önemli bir faktör olarak göze çarpıyor. Karşılaşılan sorunlar karşısında ortak tavır alma konusunda farklı tarihsel geçmişe ve farklı siyasal kültüre sahip ulus-devletlerin milli egemenliklerini, milli çıkarlarını ve milli ve dini hassasiyetlerini dikkate alan yaklaşımlar sergilemesi kaçınılmazdır. Bunun sonucu olarak 16 Haziran’da açıklanan Anayasa taslağı ilk başta belirlenen hedefler doğrultusunda önemli ilerlemeler kaydetmiş olmakla beraber hedeflere tam ulaşmış sayılamaz. Ortaya çıkan taslak halktan uzak, teknik ve karmaşık bir antlaşma niteliğiyle bir anayasa belgesi olmaktan oldukça uzak. Ulus-devletler arasında duyarlı bir denge kurmaya çalıştığı izlenimi veren belgeye, AB uzmanı olmayanların anlaması zor kavram ve ayrıntılar hakim.
Halkların desteği olmadan siyasi birlik hedefine ulaşmanın güç olduğunun bilincinde olduğu belirtilen Konvansiyon, içinden çıkılmaz hale gelen sert kurumsal ve bürokratik yapılanmayı yumuşatmayı hedefliyordu. Her ne kadar Avrupa’daki temel beklenti ve kaygılara hitap etse de gelinen noktada taslak metin oldukça karmaşık ve muğlak kavramlara boğulmuş durumda. Metinde en genel konuların ele alındığı bölümler halkın anlayabileceği biçimde oldukça açık ve kısa. Fakat ele alınan konular milli çıkarlara ve egemenlik konularına gelince karmaşıklaşıyor ve belirsizleşiyor. Bu durumu bir Konvansiyon başkanlık üyesi “kız beklerken erkek oldu, ama sonuçta çocuk doğdu” şeklinde açıkladı.
Genişleyen AB’nin hareket serbestisini koruyabilmesi hızlı karar alabilmesine bağlıdır. Bu nedenle birçok konuda oybirliği yerine oyçokluğu ile karar alınabilmesine imkan tanıyacak düzenlemelerin yapılması zorunludur. Fakat bu durumda küçük ülkelerin durumu ne olacak? Küçük ülkeler büyük ülkelerin piyonu durumuna gelebilirler. Veto hakkı birçok konuda küçük ülkelere söz kakkı tanımakta ve büyük ülkelerin hareket alanını kısıtlamaktadır. Oy çokluğu hangi konularda olacak? Bu konuda her devlet farklı görüşlere sahip. Bu farklı yaklaşımların nasıl uzlaştırılacağı sıkı diplomatik pazarlığı beraberinde getiriyor. Küresel güç olma iddiasındaki AB’de üye devletlerin milli çıkarlarının nasıl uzlaştırılacağı, Selanik Zirvesi sonrasında Türkiye’nin gözlemci ülke olarak katılacağı hükümetlerarası konferansa havale edilmiş durumda. Siyasilerin elinde anayasa taslağının ne hale geleceği merak konusu.
Paylaş
Tavsiye Et