SOĞUK Savaş süresince esen sert rüzgârlardan etkilenen Türkiye, Sovyetler’den gelen askerî ve ideolojik tehdidi karşılamada Batılı müttefiklerine karşı haklı bir güvensizlik duydu. Türkiye’nin, ulus-devlet olma iddiası nedeniyle, donarak buz tutan tarihsel ve kültürel derinliği Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle sancılı biçimde çözülme sürecine girdi. Bu durum Türk dış politikasına bir taraftan yeni hareket alanları açarken, diğer taraftan Türkiye’yi bu alanlarda büyük devletlere göre strateji belirlemeye ve daha dengeli politikalar izlemeye itti. 1990 sonrası dönemde, yeni şartların zorlamasıyla bölgesel bir güç olma zorunluluğunu hissetmeye başlayan Türkiye, “fincancı katırlarını ürkütmeden yoluna devam etmek” zorunda kaldı. Bugün, tüm iç ve dış (AB ve ABD’ye ekonomik, askerî ve siyasî bağımlılık) zaaflarına karşın Türkiye, bölgesinin en güçlü devleti konumunda.
Rusya ise, Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası sistemde tartışılan konumuna rağmen, Avrasya’nın kilit ülkelerinden biri. Bu özelliği Rusya’ya küresel oyunda önemli bir aktör olma fırsatı veriyor.
“Öncelik Rusya” Stratejisi ve Türkiye
Türkiye, 1990’dan sonra da NATO’nun yeni misyonlar yüklenerek yoluna devam etmesinden yanaydı. Fakat burada temel sorun, bu misyonların Rusya’yı gücendirmeden nasıl yapılandırılacağıydı. Bu yapılandırmanın Türkiye’nin ulusal çıkarlarına muhtemel olumsuz etkilerinin nasıl minimize edileceği de Türk dış politikasının temel sorunlarından biri oldu.
Bu şekillenmede, ABD’nin önceliği Rusya’ya ve Doğu Avrupa’ya vermesiyle oluşan tablo zaman zaman Türkiye’yi rahatsız etti. ABD’nin Rusya’ya öncelik vermesinin en temel sebeplerinden birisi, hiç şüphesiz, Rusya’nın tehditlerinden kaynaklanıyordu. 1994 AGİK Budapeşte Zirvesinde ABD’nin tavrını NATO’nun doğuya doğru genişlemesinden yana koyması, ABD-Rusya ilişkilerinde gerginliğe neden oldu. Bu nedenle Boris Yeltsin dünyayı “Soğuk Barış” ile tehdit etti. Diğer bir tehdit ise, gerek Yeltsin, gerekse Rusya içinde giderek güçlenmeye başlayan milliyetçilik akımının liderlerinden Vladimir Jirinovski tarafından sık sık dile getirilen “III. Dünya Savaşı’nı başlatma” iddiasıydı. Ayrıca Rusya’nın elindeki kimyasal ve nükleer silahların bölgesel güç olma iddiasındaki III. Dünya ülkelerinin ve terörist örgütlerin eline geçme ihtimali ABD ve müttefiklerini endişelendiriyordu. Müttefiklerin kaygıları sadece bunlarla sınırlı değildi: Rusya’da yönetimde olan Batı taraftarı kesimin Moskova’daki muhalefet karşısında zor durumda kalması; eski Sovyet ve Çarlık Rusyası topraklarını içeren Rusya vizyonunu savunan Jirinovski gibi aşırı milliyetçilerin toplum üzerindeki etkisinin giderek artması da endişelere sebep oluyordu.
90’ların ilk yarısında Batı’da ve ABD’de yaygın olan görüş, Rusya’nın kışkırtılmaması yönündeydi. Bu görüşün çok fazla ağırlık kazanması ihtimali her zaman Türkiye’yi endişelendirmiştir. Çünkü Rusya’ya verilmesi düşünülen bazı tavizlerin Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını doğrudan etkilemesi kaçınılmazdı. Bu durumun olumsuz etkisi ilk olarak Aralık 1993 seçimi sonrasında oldu. Seçimi kazanan Batı taraftarı reformcu kesim “Yakın Çevre” stratejisini uygulamaya koyarak iddialı bir dış politika izlemeye başladı. Hemen ardından Moskova, NATO’nun genişleme perspektifinin Rusya’nın çıkarlarına aykırı işlemeye başlaması halinde, karşı tedbirler olarak, Avrupa’da Konvansiyonel Kuvvetlerin Azaltılması Anlaşması’nı (AKKA) ihlal etmeyi, START’ı onaylamamayı ve BDT’yi NATO karşıtı bir savunma örgütüne dönüştürmeyi gündeme getireceğini bildirdi. Bu tehditler nitelikleri itibarıyla Türkiye’nin siyasî, ekonomik ve güvenlik çıkar alanını doğrudan etkileyecek durumdaydı ve Türkiye bu nedenle Moskova’yla doğrudan ve tek başına yüzleşmek zorunda kaldı. NATO’nun önceliğini genişlemeden yana koyması ve bu konunun AKKA’nın kanatlarda -Kafkaslar- ihlal edilmesiyle irtibatlı görülmesi Türkiye’nin kaygılarını haklı çıkardı.
1991-93 dönemi Rusya açısından bir geçiş dönemi olarak da adlandırılabilir. Soğuk Savaş döneminin süper gücü eski politik ve ekonomik gücünden yoksun bir halde istikrarsızlığa doğru sürüklenmekteydi. Bu dönemde, Rusya içinde reformcular ve radikal milliyetçiler arasında yaşanan rekabet ABD’nin ve Avrupa’nın Rusya politikalarını derinden etkiledi. ABD ve Avrupa, reformculara destek vermek ve radikal milliyetçilerin sosyal taban bulmalarını engellemek için Rusya’ya karşı hep ihtiyatlı yaklaştılar. Rusya’daki reformcular, Batı’nın bu yaklaşımından maksimum çıkar sağlamaya çalışarak, kendilerine destek verilmezse Rusya’nın bir bilinmeze ve istikrarsızlığa doğru yol alabileceğini öne sürdüler.
AKKA Anlaşması, NATO ve Türkiye
AKKA Anlaşması, Atlantik’ten Urallar’a kadar olan alan içinde konvansiyonel kuvvetlerde indirime giderek alt düzeylerde istikrarlı ve güvenli bir denge yaratıyor; ülkelerin saldırı özelliklerini ve geniş çaplı taarruzları başlatma kabiliyetlerini azaltarak genel ve bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Dağılan Varşova Paktı üyeleri ile NATO’nun 1990’da imzaladığı anlaşma, Rusya ve yeni bağımsızlığını kazanan cumhuriyetler tarafından 15 Mayıs 1992’de Taşkent’te imzalandı.
AKKA Anlaşması’nın kanatlar sorunu 1993-1996 yılları arasında NATO’nun genişlemesiyle doğrudan bağlantılı olarak ortaya çıktı ve konunun çözüm biçimi, Türkiye güvenliği açısından önemli bir sorun oldu. Rusya, NATO’nun genişlemesine olan karşıtlığı nedeniyle, AKKA’yı Batılılar karşısında bir pazarlık kozu olarak kullanmak istedi ve genişleme ile ilgili taleplerinin Batılılarca göz ardı edilmesi durumunda anlaşmayı askıya alabileceğini sık sık dile getirdi.
1992 sonlarından itibaren Rusya, Kafkasya’daki güney topraklarının Çeçen Sorunu yüzünden tehdit altında olduğunu ileri sürerek, AKKA’nın kanatlarla ilgili getirdiği sınırlamalara uymayacağını açıkladı. Yeltsin, Eylül 1993’de Cumhurbaşkanı Demirel’e, Ekim 1993’te de AKKA’nın Viyana’daki merkezine gönderdiği mektuplarda, ülkesinin bu sınırlamaların kaldırılmasına yönelik taleplerini iletiyordu. Yeltsin, Demirel’e gönderdiği mektupta, Kuzey Kafkasya’da AKKA’nın belirlediği tavan sınırlardan daha fazla sayıda güç bulunduracağını bildirdi. Tek gerekçe olarak da koşulların artık değiştiğini ifade etti. Türk Dışişleri ise, “AKKA’nın değiştirilmesi bir yana, böyle bir şeyin telaffuz edilmesi bile söz konusu olmaz” diyerek tavrını açıkça ortaya koydu. Türkiye, Rusya’nın Kafkasya ve bölge üzerindeki niyetlerine dikkat çekerek, AKKA’da özellikle Kafkaslarla ilgili kanatlarda taviz verilmemesini istedi. Fakat ABD ve NATO, önceliğini Doğu Avrupa’ya verdiğinden Türkiye NATO’dan beklediği desteği göremedi. NATO, Mayıs 1996’da AKKA’nın Yeniden Gözden Geçirilmesi Konferansı’na kadar Rusya’yı kızdırmamak için esnek davranılması gerektiğini söyledi. Nitekim soruna geçici çözüm getiren bu konferans sonunda Türkiye’nin ısrarla vurguladığı AKKA’nın kanatlarla ilgili 5. Maddesi tekrar teyit edilirken, Rusya’nın Kafkaslarda -Pskov, Krasnodar ve Rostov- kanat limitleri dışında kalması kararlaştırıldı.
ABD ile Rusya arasında yapılan ikili pazarlıklarda hem Türkiye, hem de AKKA’ya taraf diğer ülkeler devre dışı bırakıldı. “Rusya’ya öncelik” politikasını izleyen Washington ile Moskova arasındaki ‘stratejik işbirliği’ çerçevesinde yapılan görüşmelerde, 1998’de NATO’ya yeni üye olacak devletlerle dengenin Moskova aleyhine bozulacağı göz önünde bulundurularak, NATO’nun genişleme politikasında Rusya lehine bir takım düzenlemeler yapıldı. ABD ve Avrupalı müttefikleri, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen, Rusya’nın istediği ödünleri Mayıs 1997’de almasına göz yumdu.
Paylaş
Tavsiye Et