İSTANBUL’U kasıp kavuran bombalardan tüten acı ve yas, unutuşun bütün pencerelerini ardına kadar açmamıza rağmen, varlığını sürdürüyor. Bu vahşeti çevreleyen sis bulutu ise yavaş yavaş dağılıyor ve ortaya tuhaf, insanın canını acıtan ruh fotoğrafları düşüyor. Gazetelere yansıyan hayat hikayelerinden, terör eyleminde kendileriyle birlikte onlarca masumu katleden kişilerin düne kadar aramızda yaşayan, ana babaları, eş ve dostları olan kanlı canlı adamlar olduklarını fark ediyoruz. Oysa onların, iyiliğin hiç olmadığı bir gezegenden kazara şehrimize düşmüş olduklarını duymak bizi ne kadar da rahatlatırdı. Bu bölük pörçük hikayelerden teröristlerin psikolojisine ilişkin çıkarsamalar yapmak, onları terörün geniş aile fotoğrafında bir yerlere iliştirmek ancak temkinli bir dile yaslanmakla mümkün. Davranışı, onu harekete geçiren toplumsal bağlamı göz ardı ederek, sadece bireysel kişilik özelliklerine atıfta bulunarak açıklamaya çalışmak sosyal psikolojinin temel atıf hatası dediği bir yanlışa yol açabilir. Bilimin, kuramın ve daha özelleştirerek söylersek psikoloji ve psikanalizin tam da ihata edemediği bir yerde duruyor olan bitenler: Aklın bittiği yerde.
İdeoloji bir tanıma göre “idrake giydirilmiş deli gömleği”, bir başka tanıma göre ise “varlığın doğasına ve kökenine ilişkin bir açıklama ve rasyonel sunan, bütüncül bir inanç sistemi”. Bu sistem bir yaşama nedeni vazeder; ulaşılması gereken bir ideal ve o ideale ulaşmak için gerekli vasıtalar sunar. Paranoid ideolojiler için dünya keskin bir hatla ikiye ayrılmıştır: Bir yanda iyiler, yani ideolojinin taşıyıcıları vardır; öte yanda kötüler, ideolojinin düşmanları, onu tehdit edenler. Düşman şayet yok edilmezse, ‘gerçek inanç sahipleri’ni her an yok edebilir. Paranoid ideolojiler müntesiplerini kendi özerkliklerini kurban etmeye çağırırlar. O halkadan içeri girmekle kişi; çıkar, hak ve mantığından feragat edecek, vicdanını rehin bırakacaktır. Öndere kayıtsız şartsız teslimiyetle, kişi, eylemlerinin doğuracağı ahlaki sorumluluktan kurtulmuş olur. Terörizm, nispî bir yalnızlık, gizlilik ve seçilmişlik duygusuyla paranoid bir ideoloji etrafında kenetlenen birey veya grupların, etraflarındaki birey veya gruplara yönelttikleri şiddettir. Nefret ve acımasızlık paranoid ideoloji tarafından meşrulaştırılır, akla uydurulur. Grup üyelerinde için için mayalanan nefret, sapkın ya da inançsız sayılan grup, kurum veya kuvvetleri yok etme yolundaki adanmışlıkla kendisine bir ifade bulur. Aileden uzak, kendi benliğini grubun ortak benliğinde eritmeye eğilimli bireylerde, bir bakarsınız samimi dini duygular mutlak ideolojik yargılara dönüşür. Bu mutlaklık, bu sorgulanamazlık halidir ki, o gruba seçilmişlik ve kudret hissi verir. Onların özel ve seçilmiş olduklarına dair ilahi metinlerde işaretler vardır ve ancak kendi liderleridir ki o metinleri doğru anlayıp yorumlar. Psikanalizin diliyle konuşursak, ‘seçilmiş’ bir gruba bütün varlığıyla kendini adama, idealize edilmiş, koruyucu bir ana baba figürüyle buluşma, onlarla yekvücut olma halini simgeler. ‘Aidim, o halde varım’ diye düşünür kişi. Eylemlerde adı geçen dört kişiden ikisinin erken yaşlarda anne ve babasını kaybetmiş olmaları tesadüf olmasa gerektir. Bir yandan kurbanlık duygusu, öte yandan seçilmiş fırkaya mensup olmaktan doğan bir mutlak güç hissi. Bir yanda onun varlığını tehdit eden, onu yok etmeye hazır bekleyen ‘öteki’, diğer yanda herkese dersini verip haddini bildireceği yolunda bir kâdir-i mutlaklık duygusu. Bireysel terör eylemlerinde bulunanların kişilik özelliklerine ilişkin araştırmalar, her zaman olmasa bile sıklıkla bir travma (örselenme) öyküsü, çocukluk döneminde terk edilmişlik ve aşağılanma hisleri üzerinde durmuşlardır. Kurbanlık duygusu saldırganlığa dönüştüğünde kişi güçsüzlüğünün, dilsizliğinin intikamını almaya başlamış demektir. Ancak böylece kendisini gerçekleştirir ve çocukluk döneminde yaşadığı mahrumiyetin intikamını alır. İdeoloji burada yalnızca bir araçtır; öfke ve intikam hissiyle yüzleşmek zor olduğu için, onları sarıp sarmalar, akla uygun hale getirir.
Cinayet ve intihar birbirinin ikizidir. İkisi de ölüm üzerinde bir kuvvet sahibi olmak iddiasındadır. İntihar eylemiyle ortalığı kan gölüne çevirirken kendisini de yok eden kişi hayatı öfke ve ümitsizliğinin hedefi haline getirmekte, onun kendisinden esirgediklerinin adeta intikamını almaktadır. Öte yanda seçilmişlik duygusu onu, öte dünyada kendisini daha iyi bir hayatın beklediğine, ‘şehit’ olmakla ruhunun ölümsüzleştiğine inandırmıştır. İnsanlar şiddet yanlısı gruplara intisap ederken ideolojinin ayak izlerini takip etmezler; onları bir araya getiren şey sıklıkla geçmişte bir yol arkadaşlığı veya yarenliktir. Grubun ‘seçilmiş’ hedefine adanmışlığın sınandığı yerdir ideoloji. İnsanlığın kahir ekseriyetinin bir kurtuluş ve esenlik bildirisi olarak algıladığı dini, ‘kızgın ve mağdur insanların afyonu’na çeviren ‘yanılsama tacirleri’ habis narsisizmleriyle böylesine bulanık bir suda avlanırlar. Güçlü paranoid, antisosyal ve narsisistik kişilik özelliklerine sahip bu nevi önderler, takipçilerini kitle psikolojisine ram olmaya meyilli, kendilerini örselenmiş ve mağdur edilmiş hisseden bireyler arasından seçerler. Şiddet ancak uygun kişilikler ve uygun toplumsal zeminlere yuvalanarak imha edici bir güce dönüşür.
Gündelik bireysel yaşantısında şiddetin kıyısından geçmeyen bir kişi, grup süreci veya kitle psikolojisi içinde saldırganlaşabilir. Özellikle dış ortama kapalı, dış dünyayla çok sınırlı bir alışveriş içinde olan, gücünü üyelerinin sadakat ve adanmışlığından alan gruplar kolaylıkla regrese olup saldırganlığa meyledebilirler. Toplumsal bazı travmalar da hayal kırıklığına uğramış, fakirleşmiş, yalnız ve çaresiz bireyleri terör bataklığına çekebilir. Orta Doğu’da kolonyal güçler marifetiyle yürütülen sistemli devlet terörü, bu kabil grupların mağduriyet ideolojisini üretmesi için uygun bir fırsat sağlamaktadır. Biz ve onlar tablosunda kötü adam rolü verilen ‘öteki’, kötü adamlığın hakkını vermekte ve dünyayı tehlikeli bir kutuplaşmanın eşiğine getirip bırakmaktadır. Böylece İslam dünyasının Batı karşısında mağlup olmakla yaşadığı ‘tarihsel travma’ yeniden canlanmakta, eski bir yara onulmaz bir biçimde kanamaya başlamaktadır. Bu travmanın yarasına tuz basan kolonyal büyüklenme, İslam dünyasında bir mazlumluk ve mağdurluk ideolojisi etrafında örgütlenen ve içinde şiddet nüvesi barındıran grupları, tepkiselliğe ve saldırganlığa itmektedir. Küresel güçlere karşı paylaşılan bir ezilmişlik, adaletsizliğe ve toplumsal aşağılanmaya uğramışlık hissi; öfke ve nefreti bilemekte ve bu vasattan İslam dünyasının ‘kutsal engizisyoncular’ı türeyebilmektedir.
Terörizm, bugünlerde pek çok sağduyulu insanın söylediği gibi, yalnızca askeri ve polisiye tedbirlerle yenilemez. İrrasyonel inançlar, bu görüşlere yataklık eden, onları yayan ve onun için ölmeye hazır zihinlerin tek tek yok edilmesiyle kaybolmazlar. Terörü besleyen fikirler, ne kadar pespaye de olsalar, sınır tanımazlar ve ümitsizlik, sefalet, adaletsizlik, korku ve tahakkümün kol gezdiği yerlerde yuvalanırlar. Küresel adaletsizliğin esaret zincirleri kırılmaksızın, dünyanın ‘kendi hikayelerini anlatma kudreti’ ellerinden alınmış halklarına söz hakkı verilmeksizin, geç kapitalizmin yarattığı yeni sömürgeci dalga önlenmeksizin, hâsılı dünya daha yaşanılası bir yer haline getirilmeksizin terörün kaynakları kurutulamaz. ‘Ya bizimlesinizdir, ya da onlarla’ diyerek masum insanların üzerine bomba yağdıranlarla, aynı söylemi İstanbul sokaklarını kan gölüne çevirmek için kullananlar arasında ne kadar da çok benzerlik olduğunu, günbegün yaşayarak öğreniyoruz. Bu kavşakta Türkiye’nin yapması gereken, ifade hürriyeti ve demokrasinin sınırlarını olabildiği kadar genişletmek olmalıdır. Bu kimi otoriteryen akılların sandığı gibi totaliter ideolojilerin ekmeğine yağ sürmez; aksine kendini ifade edebilme hürriyeti toplumsal kutuplaşmaları azaltır, mağduriyet ideolojisinin yaygınlık kazanmasını ve buradan siyaset üretenlerin revaç bulmasını engeller. Türkiye, aklı bitirmeye yeltenen bombalara karşı, aklın ve kalbin buluşmasıyla kendisini onaracaktır.
Paylaş
Tavsiye Et