TÜRKİYE’DEKİ partili siyasal hayatın II. Meşrutiyet ile başlayan tarihine göz atıldığında, özellikle çok partili dönemde gayet zengin bir lider çeşitliliği ile karşılaşırız. Bunun nedeni, belki de, askerî başarı ile özdeşleşen klasik-otoriter liderden demokratik ortamın gereği olarak ortaya çıkan modern-katılımcı lider tipine geçişte yaşanan, geçiş dönemlerine özgü belirsizlik ve arayıştır. Bir analiz yapmak için, lider tipleri yapılarına ve işlevlerine göre ikiye ayrılırsa, birinci kategori altında kurucu/mutlak ve halef/arızî liderler olmak üzere iki temel başlıktan bahsedilebilir. Yönetim sistemi, parti veya siyasal gelenek gibi süreklilik arz eden bir yapı oluşturabilen kurucu liderler (Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, Turgut Özal…), belirli bir ilke ve ideolojiyi merkeze alır; kendi içlerinde tutarlı ve istikrarlı davranırlar. Ölümlerinden sonra da liderlikleri sembolleşerek süren bu liderlerin ilk yıllarda daha çok asker kökenlilerden; sonradan siyasal yapının demokratik dönüşümüyle uyumlu olarak, siviller arasından çıktığı görülür. Önceden beri var olan bir yapıyı devam ettirme iddiası taşıyan ve bu amaçla yerleşik ilkeler merkezli değil, daha çok pragmatik bir politika izleyen halef liderler ise (Ragıp Gümüşpala, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli…), ya mevcut yapıyı küçük çaplı revizyonlarla takviye ederek sürdürür ya da bunu başaramayarak herhangi bir iç veya dış darbe ile siyasal yaşamdan uzaklaşırlar. Burada bir istisna olarak, Demokrat Parti geleneğinin üzerine oturan ama ona farklı bir kimlik yükleyerek kendi adıyla özdeşleşen bir siyasal hareket kurmayı başaran Süleyman Demirel’den bahsetmek gerek. Demirel, siyasal söylemi ve çizgisindeki zikzaklar bir yana, DP mirasını yeni ve özgün bir biçime büründürerek sürekli hale getirmiş, kurucu bir lider sayılabilir.
Liderleri işlevlerine, iş yapma tarzlarına göre tanımlayan ve daha çok biçimsel özellikleri işaret eden ikinci kategori altında ise, teknokrat, militer, medyatik, tüccar, emanetçi ve ithal lider gibi sınıflandırmalar zikredilebilir. Buna ilaveten, kişinin kendi iç yapısından kaynaklanan, özellikle kurucu liderlerin pek çoğunda var olan ve nesnel ölçütlerle açıklanamayan karizmatiklik vasfı da, Türk siyasal hayatında lider kavramının oluşmasını besleyen önemli bir faktördür. Lider tipinde genellikle bir “kurtarıcı” vehmeden geniş toplum kesimleri için makbul lider hem yapıya, hem de işleve dair niteliklerden bir kısmını kişiliğinde barındırıyor olmalıdır. Ancak, işlevsel/biçimsel özellikler zamanla dönüşebildiği veya aşınabildiği için yapısal özelliklere nazaran ikincil konumda kalmaktadır. Bu yüzden, sadece medya, bürokrasi, askeriye gibi belli bir zümrenin desteğini alan veya bir sınıfın ya da dış etkenin sözcüsü durumundaki liderler, ister kuruculuğa isterse halefliğe soyunsunlar, özgün bir yapıya sahip olamadıkları için siyasal yaşamda uzun soluklu bir işlev icra edemezler.
Lider mi, “Operatör” mü?
Bu giriş ışığında, 2001 Şubat krizi sonrası öncelikle kurtarıcı figür olarak sunulan Kemal Derviş’in, medyatik, teknokrat ve ithal olma gibi kalabalık bir işlevsel kimlik taşıdığı söylenebilir. Yapısal bakımdan ise, önce DSP içindeki muhaliflere göz kırpan ve erken seçimin gerekliliğini ilk kez dillerdiren, ardından Troyka (Üçlü) ile yeni bir oluşum deneyen ve başarısızlığa uğrayarak Deniz Baykal’ın CHP’si içinde bir “nefer” olarak yer almaya kail olan Derviş, hiçbir zaman istikrarlı bir görüntü çizmiyor; bazen yeni bir örgütlenme kurmaya girişirken, bazen de statik yapı içinde dönüştürücü bir misyon üstlenmeye çalışıyor. Amerika’dan getirildiği günlerde, “en beğenilen lider” anketlerinde Tayyip Erdoğan ve Ahmet Necdet Sezer ile birlikte başa güreşen Derviş’in bu kararsız kişiliği doğal olarak seçmenlerde tereddüt uyandırdı. Yani medya tarafından teknik kapasitesi öne çıkarılan, böylece kendisine kurtarıcılıktan karizmatik siyaset adamlığına kadar pek çok sanal sıfat yüklenen ithal siyasetçi Derviş, kendi deyimiyle, Türkiye’deki siyaset oyununun kurallarına yabancı olduğunu doğrulamış bulunuyor. Fakat ne hikmetse oyundan çekilmeyi hiç düşünmemesi, onun, iradesi dışında sahada kaldığı ihtimalini akla getiriyor. Şimdiye kadar yüklendiği misyonlar hatırlanırsa, Derviş az zamanda çok iş yaptı; sırasıyla “ekonominin kurtarıcısı”, “Tayyip Erdoğan’ın durdurucusu”, “YTP’nin kurucusu”, “Sol’un toparlayıcısı”, Yaşar Nuri Öztürk’le beraber “Baykal’ın ağır topu” ve “CHP’nin muhalif milletvekili” oldu.
Ancak buraya kadarı bile baş döndürücü olan bu siyasal seyir, son günlerde bambaşka bir hal aldı; çok fonksiyonlu, bol verimli bir politik araç olarak tasarlanan ama hiçbir bünyede uzun süre barınamayan Kemal Derviş’in adı, şimdilerde AK Parti’yle anılmaya ve hükümetin AB müzakerecisi adayı olarak geçmeye başladı. Elbette bu, birdenbire ortaya çıkmış bir durum değildi. AB müzakere sürecine sosyal demokratların da katkıda bulunması gerektiğini düşünen Derviş, zaten bir süreden beri “iktidar partisinin milletvekilleri ile birlikte Avrupa ülkelerinde Türkiye’nin propagandasını yaptıklarını” dile getiriyordu. Ayrıca, bir yandan altı okun tartışılması ve CHP’nin başbuğ partisi olmaması gerektiğini ifade ederken, bir yandan da ‘türbanseverler’ kervanına katılarak, “CHP’nin türbanlı bir belediye başkanı olsaydı, türban meselesi kendiliğinden çözülürdü” deyiverdi. Bir bakıma ikinci bir Merve Kavakçı vakasını, bu kez akla en son gelecek yerde, Cumhuriyet Halk Partisi’nde tekrarlamayı öneren Derviş’in daha önce ikrar ettiği siyasî acemiliği böylece tescillenirken; hiç kimse çıkıp da, bir CHP’li için zihinsel devrim sayılabilecek bu teklifi seçimlerden önce niçin gündeme getirmediğini ona sormadı. Zira siyaseten pek başarılı sayılmasa da, Derviş’in “gündem yaratma” gücüne sahip olduğu biliniyor. Bunu bazı gazetelerin kendisiyle “köprüleri atmasına” neden olan son çıkışıyla da gösterirken, hiç de acemice olmayan bir manevrayla, hem egemen medyayla artık mesafeli olduğu izlenimini uyandırmaya, hem AK Parti’nin temsil ettiği halk tabanının yüreğine su serpmeye, hem de AK Parti yönetimini müstakbel bir transfer ihtimaline hazırlamaya çalıştı.
Bütün bu gelişmeler, Derviş’in, CHP’ye geçmeden önce “AK Parti’yi merkezde tutmak için acaba orada mı yer alsak?” diye yüksek sesle düşündüğünü bilenlere pek de tuhaf gelmiyordur herhalde. Kimilerine göre ustaca manevralarla, kimilerine göre de kafa karışıklıklarıyla dolu olan kısa siyasal geçmişi, Derviş’i gerçek anlamda bir lider olarak tanımlamayı zorlaştırıyor. Ama bu, onu hafife almayı değil, aksine bir zamanlar DSP’liler ve YTP’lilerin, şimdilerde ise adını sıkça telaffuz eden CHP’lilerin yakınmalarına bakılırsa, dikkate almayı gerektiriyor. Üstelik Türk siyasal yaşamı gibi, görünmeyen etkenlerin müdahalesine karşı kırılgan bir alanı yönlendirmek ya da orada köklü değişimler gerçekleştirmek için liderlik vasfı taşımak şart değil. Zaten Kemal Derviş de yukarıda sayılan kriterlere göre, bir liderden çok, Taha Kıvanç’ın neredeyse kendisi kadar ünlü “dostu”nun deyimiyle, bir “operatör”ü andırıyor.
Paylaş
Tavsiye Et