Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
AB’de Türkiye’nin konumu: Ağırlık merkezi değişebilir mi?
Muzaffer Şenel
17 ARALIK AB Zirvesi ile beraber hem Türkiye, hem de Avrupa açısından zorlu bir sürece girmiş bulunmaktayız. Türkiye’nin Avrupa’daki konumunun ve sistem içindeki ağırlığının ne olacağı konusu kuşkusuz hem müzakere sürecini, hem de sokaktaki Avrupalının Türkiye’ye bakışını şekillendiriyor. Bu durumun zihnî/psikolojik, siyasî/stratejik ve sosyo-ekonomik olmak üzere üç boyutu söz konusu. Türkiye’nin her üç boyutta da Avrupa içi dengeleri değiştirme olasılığına sahip tek ülke olması, tarihsel-psikolojik arkaplanla örülmüş toplumsal ortak Avrupa bilincinin/kamuoyunun tepkilerine yansıyor.
Büyük ve dinamik nüfusu, ekonomik ve sosyo-kültürel yapısı ile farklı bir medeniyet aidiyetine sahip Türkiye’nin, en erken 2015’teki muhtemel üyeliği sonrasında Avrupa kurum ve kuruluşlarının karar alma mekanizması içinde önemli bir konuma gelmesi Avrupalıları korkutuyor. Bu durum, genelde Avrupalıların, özelde ise Fransız, Avusturyalı ve Almanların neden Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmadığını gözler önüne seriyor.
 
Zihnî/Psikolojik Boyut
AB Anayasası’nda her ne kadar Yahudi-Hıristiyan geleneğine atıf yapılmamışsa da, sokaktaki sıradan insanın zihninde Avrupalılık düşüncesinin temel bileşeni olduğu yadsınamaz bir gerçek. Avrupalılık kimliğinin oluşmasında en kritik tarih olarak 1683 Viyana Kuşatması’nı veren ünlü medeniyet tarihçisi Arnold Toynbee’nin Avrupalılığın ötekisi olarak “Müslüman-Türk”e işaret etmesi, bugünkü Avrupa kamuoyunun tepkisini anlamlandırmamız açısından önemli. Kimliklerinin oluşum sürecinde hep dışarıda tutulması gereken bir öteki olarak adlandırılan Müslüman-Türk’ün ‘Avrupalılık’ içerisine girme ihtimali, sıradan bir Avrupalının zihninde kırılmaya yol açıyor. Şöyle ki; küreselleşme sürecinde aşınan aidiyet hissi karşısında, sokaktaki Avrupalının kolektif rızasını kucaklayabilecek bir ortak hedefe ihtiyaç var. Bu geçiş döneminde Türkiye’nin üyeliğinin, Avrupa kimliğinde oluşturması muhtemel sorunların çözümü için kapsayıcı bir kimlik tanımlaması zorunludur. Avrupalının daha olumlu ve kapsayıcı bir aidiyet hissine kavuşmasında en büyük sorumluluk, Türkiye de dahil olmak üzere toplumu yönlendiren kesime yani, siyasetçilere, medyaya ve akademik kurumlara düşüyor. Avrupa kamuoyu bu ağırlığı kaldıramazsa, horgörü-ırkçılık sarmalına girmesi kaçınılmaz olacaktır.
 
Siyasî/Stratejik Boyut
Geniş bir coğrafyaya, genç, dinamik ve büyük bir nüfusa sahip Türkiye’nin AB karar alma sürecinde yer alacağı konum ve bu konumun pozisyonel nisbî ağırlığı AB üyesi ülkeleri endişelendiriyor.
Türkiye’nin muhtemel üyeliği Avrupa içi siyasî dengeleri kökten değiştirecek. Bugün AB içinde siyasî karar alma sürecinde Alman-Fransız ekseni etkili. Türkiye’nin bu etkiyi her iki ülkeden biri aleyhine değiştirebilme kapasitesi, özellikle Fransız siyasî karar alıcılarını endişeye sevk ediyor. Bu etkiyi görmek için AB’nin üç önemli kurumuna -Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi- ve bu kurumlardaki karar alma süreçlerine bakmamız gerekir.
Her ülkenin nüfusu oranında temsil gücüne sahip olduğu Avrupa Parlamentosu’nda üye olması durumunda Türkiye; Fransa, İngiltere ve İtalya’nın (78) önüne geçerek, şu anda en fazla sandalye ile temsil edilen Almanya (99) ile eşit konuma gelecek. 29 Ekim 2004’te imzalanan ve 2009’da yürürlüğe girmesi beklenen AB Anayasası Antlaşması uyarınca özellikle adalet ve içişleri konularında yetkileri artacak olan AP’nin üye sayısı 750 ile sınırlandırılırken, en büyük üye ülkenin sandalye sayısı da en fazla 96 olarak öngörülüyor.
Burada şu gerçekleri de unutmamak gerekiyor: Avrupa’da yaşayan Türklerin bulundukları ülkelerin listelerinden AP’ye girme olasılıkları mevcut. Kıbrıs sorunu çözüme kavuştuğunda 2 Kıbrıslı Türk parlamenter de AP’de yerini alacaktır. 2007’de AB’ye üye olması beklenen Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan’ın yanı sıra Makedonya, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Sırbistan-Karadağ gibi diğer Balkan ülkelerinin de AB üyesi olması muhtemel. Bunları göz önünde bulundurarak Türkiye’nin en iyi ihtimalle 2015’te AB üyesi olduğunu düşündüğümüzde, AP’de en az 105 Türk kökenli milletvekili olması muhtemel. Diğer bir deyişle, 750 üyeli AP’nin yaklaşık yedide birini Türkler oluşturacak. Bu rakam diğer muhtemel Müslüman Avrupalı milletvekillerini de eklediğimizde en az 110’a ulaşacak. Bu potansiyel hacmi ile AB’ye üye Türkiye’nin, herhangi bir Avrupalı devletten daha fazla kararları etkileme imkanına sahip olması Avrupalıları ürkütmekte ve zaman zaman şiddetli tepkiler vermelerini berberinde getirmektedir.
AB’nin yürütme organı veya hükümeti olarak da adlandırabileceğimiz Avrupa Komisyonu’nda her üye ülkenin bir temsilcisi vardır. AB Anayasası Antlaşması, 2014’ten itibaren Avrupa Komisyonu’nun üye sayısını, üye ülke sayısının üçte ikisine ya da 17’ye indirilmeyi öngörüyor. Anayasa uyarınca üye devletlerin demografik ve coğrafî erimlerini tatmin edici bir biçimde oluşturulması öngörülen Komisyon’da Türkiye’nin konumu ve karar alma sürecindeki etkisi, Avrupa içi dengeleri değiştirmesi bakımından önemli olacak.
Karar alma sürecinde her ülkenin nüfusu ile orantılı nisbî ağırlığının olduğu ve nitelikli çoğunluk sistemi ile işleyen Avrupa Konseyi’nde Türkiye’nin, 29’ar oy hakkına sahip dört büyükler ile (Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere) aynı ağırlığa sahip olacak olması, bu ülkeler arasında oluşmuş klasik dengeleri değiştirecek. Avrupa Konseyi veya Bakanlar Konseyi’nin nitelikli çoğunlukla aldığı kararlarda söz konusu çoğunluk, Birlik nüfusunun en az beşte üçünü temsil edecek şekilde üye devletlerin üçte ikisinden oluşmak zorunda. Bu durum, zaman zaman küçük, zaman zaman da büyük ülkelerle girişeceği stratejik ve konjonktürel işbirliği ile Türkiye’ye geniş manevra alanları açabilecek. Şüphesiz bu, Almanya, Fransa, İtayla, İngiltere gibi devletlerin AB içindeki konumlarını sarsıcı bir etki yaratacak. AB’de 1950’den bugüne kadar oluşmuş olan Fransız-Alman işbirliğinin Türk-Alman işbirliğine dönüşmesi ihtimali, özellikle Fransa’nın en büyük korkusudur.
 
Sosyo-Ekonomik Boyut
Genç ve dinamik bir nüfusa sahip Türkiye ekonomik olarak Avrupa’nın en zayıf ülkelerinden biridir. Geniş tarım kesimi, enflasyon, bölgeler arası gelir dağılımındaki uçurum, yüksek işsizlik ve faiz oranları, iç ve dış borç yükü ile kişi başına düşen milli gelirin Avrupa standartlarının oldukça altında olması Avrupalıların tepkilerine neden oluyor. 22 milyonluk çalışan kesimin yaklaşık 8 milyonu tarım sektöründedir. Yaklaşık 6 milyon olan, ekonomiye en yüksek katma değeri sağlayan özel sektörde çalışanların oranı, toplam nüfusun onda birine yakındır. Yaklaşık üç yıldır sıkı bir şekilde uygulanan İMF programı ile enflasyonun % 10’lar civarına düşürülmüş olması önemli bir başarı olsa da, hâlâ ekonomik istikrar sağlanabilmiş değildir.
Türkiye’nin müzakere sürecinde AB imkan ve fonlarından yardım alacak olması, aynı sorunları yaşayan ülkeleri endişelendiriyor. Yeni üye olan on ülkenin aldığı toplam ekonomik yardımdan daha fazla bir miktarın Türkiye’ye aktarılabileceğinin altını çizen Avrupalı siyasî karar alıcıların, özellikle tarım sektörüne kalıcı derogasyonlar getirmek istemesinin nedeni anlaşılabilir. Ayrıca yüksek işsizlik oranının ve sosyal güvenlik sisteminin yetersizliğinin başka faktörlerle beraber Avrupa’ya göçü tetikleyeceği düşüncesi Avrupa’da hâkim görüştür. Yapılan araştırmalarda 2015’e kadar yaklaşık 2 milyon 700 bin kişinin Avrupa’ya göç edebileceğine dikkat çekilmekte. 1960’larda Avrupa’ya göç eden işçilerimizin Avrupaî hayat tarzına ve değerlerine karşı gösterdikleri tepki/direnç, Avrupalılarca “entegrasyon-uyum” sorunu olarak görülüyor. Yaşanan mevcut sorunların bile çözüme kavuşturulmadan Türkiye’den yeni ve dinamik bir göç dalgasının gelmesi ihtimali, Avrupa ülkelerinde “yabancı=Müslüman” düşmanlığını körükleyebilir. Avrupa’nın en hoşgörülü ülkesi olarak gösterilen Hollanda’da son aylarda yaşananlar “önümüzdeki süreçte Avrupalıların yeni Yahudileri Müslümanlar mı olacak?” sorusunu akla getiriyor.
Türkiye’nin Avrupa içinde birbiriyle bağımlı sosyo-psikolojik, siyasî-stratejik ve sosyo-ekonomik tüm sistemleri ve dengeleri değiştirme imkan ve ihtimaline sahip tek ülke olması, AB’deki ağırlığının sadece askerî boyutla sınırlı kalmayacağını gözler önüne seriyor.

Paylaş Tavsiye Et