‘SIR’ dizileri neden bu kadar rağbet görüyor? Hâlihazırda bu işin suyu çıkmış gibi görünse de, bu diziler halkın ilgisini durduk yerde çekmedi. Bana sorarsanız bu dizilerde halkın ilgisini celbeden en önemli etken onlarda eskinin menkıbe ruhunun yaşatılıyor olmasıydı. Ataları menkıbelerle büyümüş bir toplum, en yaygın öğrenme aracı olan televizyonda, menkıbelerin kolay algılanabilir bir tarzda sunulduğunu fark etti. Menkıbelere sinmiş olan, iyinin hep kazanacağı ve kötünün ceza göreceği yolundaki “ilâhi adalet” anlayışı, yüzyıllar boyunca ahlakın gayrı resmî kaynaklarından birisi olagelmişti. Bir toplum kendisini efsaneler (mitler) aracılığıyla da tanımlar. Menkıbeler ve diğer anlatılarla tarih bir nesilden diğerine aktarılır, nesiller arasında bir süreklilik duygusu oluşur. Efsaneler bize bir kimlik duygusu verir, bir toplum olduğumuz hissi yayar ve nihayet ahlakî değerlerimizi sağlamlaştırır. “Efsane sırrın, esrarengiz olanın elbisesidir” diye yazmıştı Thomas Mann.
Peki ne oldu da menkıbevî hikayelere bu kadar düşkün olduk? Bunun sebebi insanların yaşadıkları hayattan duydukları tatminsizlik olsa gerek. Toplumumuz adaletsizliğin türlü biçimlerini “kör gözüm parmağına” tarzında yaşıyor ve bundan inciniyor. İncinen insanlarsa intikamlarının “hemen şimdi, bu dünyada” alınmasını istiyorlar. Bu programlara en çok rağbet eden insanların güçsüz bırakılmış “sessiz kalabalık” olduğunu sanıyorum.
Öte yandan bu yapımların hepsinde olmasa da, kimilerinde bu toprakların kültürüyle bir bağ kurma çabası da var. Bunlar ahlakın kaynağı olarak dini vazediyor ve böylece bu kültürün anlam sağlayıcı efsanelerini diri tutmuş oluyor. “Kötülüğü bu dünyada cezalandıran bir aşkın varlık” düşüncesi, bir yandan sessiz kalabalığın “mazlumun da Allah’ı var” anlayışını besler ve onun dünyadaki varlığını onaylarken, öte yandan televizyon üzerinden daha pragmatik bir dinî ve ahlakî söylem üretiyor. Bu pragmatik söylem tabir caizse öte dünyaya fazla bir iş bırakmıyor ve cezayı burada vererek gaybı adeta görünür kılmak istiyor. Burada insanların psikolojik ihtiyaçlarının belirleyici olduğu anlaşılıyor.
Bu programların mahzurlarından birisi de olayların standart televizyon izleyicisinin anlayabileceği bir basitliğe indirgenerek anlatılması. Bu düzeyde, kötü o kadar kötü ki ondan hemen nefret ediyor ve aynı hızla iyiyle özdeşim kurabiliyoruz. Güçlü sevgi ve nefret objeleri sunan bir yapım, halk tarafından benimsenmeye aday bir yapımdır. Bu kural televizyon dizileri için de geçerli: Özdeşim kurabildiğimiz, onun yerine geçebileceğimizi düşündüğümüz karakterlerin yanında nefret edilesi karakterler de barındıran diziler, bizi kolayca tesirleri altına alıyorlar. İnsanın doğasında ezilenle, yenilenle, mazlumla saf tutma eğilimi vardır.
Bu tür “sırlı yapımlar” daha sağlam bir ahlakî örgü etrafında şekillendiklerinde, insanı o “ilksel yaratılış”ına, temiz fıtratına çağırıyorlar. Ama sırlı yapımlara kendisini fazlaca kaptıran bir kişinin, adaletin tecelli etmesi için kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeyeceği, ‘yüceltme’ savunma düzeneğiyle kendi sorumluluklarını da aşkın varlıklara havale edeceği düşünülebilir. Hasılı kelâm, bu tarz programlar üzerinde yaşadığımız toprakların sahici değerleri etrafında şekillendikleri ve aktif bir ahlak anlayışını vazettikleri sürece mesele yok; ama bu dünyada edilgenliği çoğaltıp bireysel sorumluluk duygusunu iptal ediyorlarsa, bunların üzerinde oturup düşünmek gerekir. Rasyonalitenin ötesine geçmek, aklın kabuğunu kırmak her insanın içinde bir ihtiyaç olarak saklıdır; ama Hz. Mevlâna’nın pergel metaforunu ödünç alırsak, bir ayağımızla diğer âlemleri gezerken, bir ayağımızla da aklın dairesinde kalmak her zaman daha yararlıdır.
Barbar, Felluce’de
YANMIŞ cesetlerden tüten duman televizyon ekranlarından evlerimize sızıyor. Kaynana programından başımızı kaldırıp bakınıyoruz; bu tuhaf koku, hayatlarımızı unutuşun o ipek örtüsünden sıyıran bu gariplik nereden çıkıyor diye. Bir yanlışlık olmalı. Ruhumuzu, kalbimizi unutma programına ayarlamıştık. Ancak unutursak ağız dolusu kahkahalarla gülebiliriz. Hayatın hoyrat neşesi, insan çığlığıyla dolu imgeleri belleğin en derinlerine itersek eğer, yanımıza sokulup bizimle kadeh tokuşturacak. Unutursak var olabileceğiz. Kendimizi uyuşturursak. Başımızı öte yana çevirirsek. Orada bir kol, bir yürek mesafesinde duran ve bizimle benzer isimlere sahip olan, ata-dedelerimizin beraber yaşadığı kardeşlerimizin delik deşik edilmiş vücudunu kendi gövdemizden ayırabilirsek. Ona saplanan kurşun bizi acıtmazsa. Barbar Felluce’de çadırını kurduğunda, “şükür, buralara uğramadı” diye için için seviniyorsak. Kimbilir belki barbarlar buralardan sessiz bir istila halinde geçmiştir de ruhlarımıza “kötülük karşısında susma”nın şeytanca mührünü basmıştır. O barbar istilasının ağrısı derinlere yayılan ayak izleri, bizi susmaya zorluyor. Susarsak kötülüğün bize erişmeyeceğini, sessizliğin en büyük kalkan olduğunu düşünüyoruz. Başkasının ölümüne susuyoruz, acıya afyon basmak için kardeşlerimizi ‘başkası’ kılıyoruz. Doğu’nun evlatları Batı’nın mermileriyle ölürken kumanda aletine hırsla basıyoruz: Oynak havalar, sır programları, aile faciaları, gelin bu unutuş ayinini hızlandırın! Bize ekranlardan yansıyan o feci görüntülerin kurmaca olduğunu, hepsinin bir reality-show’un serpintileri olduğunu söyleyin. Hayatlarımızın Hollywood stüdyolarında kurgulanan hayatların serpintileri olmasına izin verin. Pespayelikle, fukaralığı gizleyen o yersiz neşeyle bizi sarın, kucaklayın. Neşesiz bir hayatın da olabildiğini söyleyen parazit görüntülerden bizi kurtarın. “Felluce üzerindeki gökyüzü”nü fazladan sarf edilmiş kelimelerle örtün, ceset kokusunun yaydığı şu sessizliği onarın.
Dünya büyük bir kayma yaşıyor. Kelimeler kanın sıcaklığına işlemiyor. Ahlak sözünü geçiremiyor. Vicdansız akıl yeryüzünü yerle yeksan ediyor. Erdemle beslenmemiş teknik, ölüm kusuyor. İnsan ruhundan başka gidilecek neresi kaldı? Nereye iltica edeceğiz? Duygu-sonrası toplum, insanı insan yapan değerleri bir bir emip bize anlamsız, kıpırtısız, ahmakça bir hayatı posa olarak bırakıyor. Özgürlük ve adalet hayatımıza anlam katan iki büyük değerdir. Onlar katledilirken sessiz kalamayız. Kardeşinin beyni uçurulurken gözlerini başka yere çevirenler saygıyı hak etmez. Sözü, barbar saldırısına karşı durmuş iki asil ruhtan yapacağım alıntılarla sonlandırıyorum. Bosna’nın uğradığı barbar saldırısı karşısında, tek başına bir insanın da ahlakı sonuna kadar diri tutabileceğinin eşsiz örneği olan, çağımızın bilge önderi Aliya İzzetbegoviç, savaşın en yoğun zamanında askerlerine şöyle hitap ediyordu :
“Görüyorsunuz Allah karşımıza acı veren bir imtihan çıkarmıştır. Boğazlandık, kadın ve çocuklarımız öldürüldü, camilerimiz yıkıldı; ama biz kadın ve çocukları öldürmeyeceğiz, kiliseleri yakmayacağız. Bunu yapmayacağız; çünkü bu bizim yolumuz değil. Biz muzaffer olacağız; çünkü biz başkalarının dinine, milliyetine ve farklı kanaatlere saygı gösteriyoruz ve çünkü bu zor durumumuzda bile temiz insanlar olmaya çabalıyoruz. Ve başkalarının ibadethanelerini yıkmak bize her halükarda yasaklanmıştır.”
Bir Fransız vatandaşı olmasına rağmen Cezayirli direnişçilerle Fransız işgaline karşı savaşan psikiyatr Frantz Fanon da ölümünden kısa bir süre önce şöyle yazmıştı: “Size söylemek istediğim ölümün her zaman bizimle, hep yanı başımızda olduğudur; önemli olan ondan ne zaman kaçıp kurtulacağımız değil, inandığımız fikirler için elimizden gelenin azamisini yapıp yapmadığımızdır... Eğer en başta bir amacın hizmetkârı değilsek, halkın, adalet ve özgürlüğün sevdalısı değilsek, yeryüzünde bir hiçiz demektir.”
Paylaş
Tavsiye Et