Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Liberal itikadın krizle imtihanı
İsmail Yaylacı
1980’LERLE beraber derinleşen ve yaygınlaşan finansal küreselleşme, küçük-büyük birçok ekonomik krizin de mimarı/sebebi oldu. 1994’te Meksika ve Türkiye’de, ardından 1997’de Tayland ve onun etkisiyle Endonezya, Malezya, Filipinler, Tayvan, Hong Kong, Kore, Estonya, Rusya, Brezilya, Avustralya ve Yeni Zelanda’da ekonomik krizler yaşandı. Bu krizler zincirinin son halkasına Kasım 2000 ve Şubat 2001’de, portföy yatırımlarının panik içinde ülkeyi terk etmesiyle Türkiye’de şahit olduk.
Aslında kapitalizmin krizlerle beraberliği çok daha geriye gidiyor. Biz sadece 1890, 1929 ve 1980’deki büyük krizleri hatırlamakla yetinebiliriz. Robert Wade, 1997 Asya krizinin üretim ve tüketimdeki düşüş ile yoksulluk ve güvensizlikteki artış açısından değerlendirildiğinde, 1929 Buhranı’na benzetilmesinin abartılı olmayacağını söylüyor. Marks bir buçuk asır önce, kapitalizmin kurmaca sermaye üzerine kurulmuş para ekonomisinin, aşırı üretim ve yetersiz tüketim sebebiyle krizlere düçar olacağını haber veriyordu. Marks’a göre sermayenin, üretim güçlerinin mümkün kıldığı sınıra kadar üretmek ve gelirlerini sürekli yatırıma dönüştürerek kesintisiz sermaye birikimini sağlamak yönünde bir üretim kanunu vardı. Fakat üretimin piyasanın gerçek sınırlarını ve ihtiyaçlarını gözetmemesinden dolayı, tüketim bu üretimi karşılayamayacak ve böylece aslında bir ‘ihtimal’ olan kriz, burjuva ekonomisinin tüm iç çelişkilerini ortaya seren bir biçimde ‘kesinliğe’ ve kaçınılmazlığa dönüşecekti.
Yakın tarihinde Türkiye, 1958-59, 1978-79, 1994 ve 2000-01 yıllarında dört büyük ekonomik kriz tecrübe etti. Hem Türkiye’de hem dünyanın diğer ülke ve bölgelerinde yaşanan krizler, halklar açısından yıkıcı sonuçlar doğururken, küreselleşmenin doğasına ilişkin de ciddi şüpheler uyandırdı. Bu krizlerin, ekonomi-politiğin analitik enstrümanlarıyla izahının ötesinde işaret ettiği ve iyice kronikleştirdiği daha derin bir kriz vardı: Liberal itikadın içine düştüğü ‘piyasa miti’ krizi. Ancak, yaşanan her kriz, kapitalist ekonomik örgütlenmenin liberal amentüsü olan piyasacılığın biraz daha sorgulanmasına ve çözülmesine sebep oldu. Bu da, liberal ekonominin beş asırlık tarihi boyunca yaslandığı/yaydığı ve küreselleşmeyle beraber tüm dünyada başat kıldığı felsefî-ideolojik temelin sorgulanması anlamına geliyor.
Küreselleşmenin ekonomik zihniyetinin dayandığı liberal anlayış, kapitalist piyasanın ‘nötr’ ve ‘doğal’ bir kurum olduğu varsayımına yaslanıyor. A.F. Hayek, serbest piyasanın kendiliğinden ortaya çıkan bir düzen (spontaneous order) olduğunu söylerken bunu kastediyordu. Piyasa doğal, apolitik ve zamanlar üstü bir mekanizma olarak, bireyin ve toplumun saadeti için bir araç değil; kendi başına değer ifade eden, meşruiyeti kendinden menkul bir amaç olarak kurgulanmakta. Küreselleşmeye rengini vermiş olan neoliberal ideolojinin piyasa ekonomisini nötr ve doğal bir amaç olarak anlatması, piyasayı yöneten zihnî çerçevenin yapmış olduğu bilinçli siyasi tercihleri gizlemekten öte bir iş görmüyor. Piyasalar da, son kertede, bilinçli, iradî bir biçimde inşa edilen mekanizmalardır. Sosyalist ve planlı ekonomiler, nasıl bilinçli düzenlemelerin bir sonucuysa, serbest piyasa da “kimin, neyi, nasıl, niçin, ne kadar alacağı” (K. Aziz Chaudry) sorusuna verilmiş cevaplar temelindeki siyasal prensipler üzerine kurulmuştu. Liberal itikadın doğallık iddiasının en güçlü eleştirilerinden birini yapan Karl Polanyi, ‘laissez-faire’ ideolojisinin tamamen 1830’larda koruyucu tarifeler, ihracat primleri ve dolaylı ücret sübvansiyonlarıyla ‘yaratıldığını’ söyler. Bu anlamda serbest piyasaya giden yol, paradoksal biçimde merkezî, organize ve kontrollü bir müdahalecilik ile açılmış ve bu araçlarla açık tutulmuştu. Bu alandaki geniş tartışmalar, devletin her dönemde piyasaya müdahil olduğunu ve serbest piyasa ve ticaretin müdahalelerle ayakta tutulduğunu gösteriyor. Kısacası, kendi kendini düzenleyen piyasa ancak bir ‘mit’ten ibarettir.
Liberal itikadın, krizlerle sarsılan diğer bir varsayımı da kapitalist piyasanın evrensel geçerliliği ve bilimsel kesinliğiydi. Albert Hirshman’ın ifadesiyle ana akım liberal iktisat, ‘mono-ekonomi’ olma iddiasındadır. Buna göre liberal iktisat, tek ve mutlak bilgi evreninin yasalarını deşifre ederek insan türünü ilerleten fizik bilimi gibi evrensel geçerliliğe ve kesinliğe sahip olacaktı. İktisat, piyasanın kendi kendini nasıl düzenlediğinin/düzelttiğinin dinamiklerini bulacak bir bilgi üretme dalıydı. Bu, Aydınlanma’nın “akıl-bilim-ilerleme” üçlemesinden sadır olmuş bir inançtı. Polanyi, serbest piyasa inancının, ekonomik liberalizmi, insanın seküler kurtuluşuna imana çağıran bir “seküler din”e dönüştürdüğünü söyler. O’na göre ‘laissez-faire’ ilkesinin yönettiği piyasanın hikmetine olan inanç “militan bir itikad”a dönüşmüştü. Bugünün neo-Marksist eleştirmenleri de bu inancı “piyasa fundamentalizmi” olarak adlandırıyor.
Piyasanın her derde deva bir kurum olarak ‘şeyleştirilmesi’ Aydınlanma ruhuyla donanmış liberal itikadın gerçekleştiremediği bir vaat idi. Nitekim Zygmunt Baumann, Washington Konsensüsü olarak adlandırılan neoliberal siyaset, iktisat ve toplum anlayışının 1980 sonrasında ABD’yi nasıl bir vatandaşlar toplumundan bir mahkumlar topluluğuna çevirdiğini açıkça ortaya koyar. Adam Smith bile kendi haline bırakılmış bir piyasada ‘kamu aleyhine bir komplo’ya girişileceğini kabul eder. Fakat, bunu engellemenin özgürlükleri kısıtlamak anlamına geleceği için kabul edilemez olduğunu savunur. Polanyi, serbest piyasacılığın toplum için tahripkâr sonuçlar doğurması nedeniyle toplumun kendini savunma refleksi göstererek anti-liberal yasalar çıkarttığını söyler. Liberalizm ile demokrasi arasındaki kan uyuşmazlığını tam da bu noktada aramak gerekiyor.
K.A. Chaudry 1990’larla beraber piyasanın bir teleolojisinin olduğu inancının yaygınlaştığını kaydediyor. Fakat küresel ölçekteki ekonomik krizlerin, liberal itikadın piyasayı kendi başına değer ifade eden bir kurum olarak kabul etmesi üzerinde de yıkıcı bir etkisi oldu. Laissez-faire, liberal-faydacı sosyal projenin “azami sayıda insanın azami mutluluğu” ilkesini başarması için bir metot ve araç değil, başlı başına ulaşılması gereken bir ‘şey’ olarak kurgulandı. Rekabet, yarışma, verimlilik, etkinlik, büyüme gibi kavramlar piyasa ideolojisinin sunduğu üst toplumsal ‘iyi’ler olarak yüceltildi. Ekonomik krizler, kendisine müdahale edilmediğinde insan fertleri ve toplumları için en iyi paylaşımı sağlayacağına inanılarak kutsanan piyasaların, araç olmaktan çıkarılıp amaçlaştırılmasının da sorgulanmasına sebep oluyor.
Hülasa, Türkiye’de ve dünyada yaşanan finansal krizler, bir yandan küresel ekonomik örgütlenmedeki sistemik, yapısal nitelikli problemleri ifşa ederken; diğer yandan bu somut problemlerin ötesinde, günümüz maddî ekonomik ilişkilerinin çerçevesini çizen, meşruiyetini sağlayan ve ona zemin teşkil eden ideolojilerin, itikadların ve varsayımların geçerliliğini de sarsıyor. Neoliberal söylemin serbest piyasası, yaşanan ekonomik krizlerin boşa çıkardığı adalet, özgürlük, eşitlik, verimlilik ve büyüme gibi vaatlerini Adam Smith’in meşhur “görünmeyen el” metaforuna dayandırıyordu. Finansal küreselleşmenin geldiği son noktada sistemik bir hal alan krizleri düşündüğümüzde, Joseph Stiglitz’e hak vermemek elde değil: “Adam Smith’in ‘görünmeyen el’i daha çok Çıplak Kral’ın yeni kıyafetlerine benziyor. Görünmüyor; çünkü yok.”

Paylaş Tavsiye Et