Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Ulus-devletin Afrika macerası
İsmail Yaylacı
II. DÜNYA Savaşı’nın sona erişi, yeni bir uluslararası sistemin kuruluşunu haber veriyordu. Bu sistem içinde, evvelce Avrupa devletlerinin emperyal hedeflerinin kurbanı olarak yüzlerce yıl sömürge yönetimi altında yaşamış halkların siyasal bağımsızlıklarına kavuşmaları önemli bir yer tutuyordu. 1960 yılı dekolonizasyonun, Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarının sembolü olmuştu. Bu dönemde Soğuk Savaş’ın stratejik hesapları çerçevesinde, Afrika’da kurulan yeni devletler ve onların adeta bir zaman tünelinden geçerek bugüne düşüvermiş gibi algılanan halkları, modern bir ulus-devlete ve işleyen bir piyasa mekanizmasına geçişin denekleri olarak kullanıldılar. 1960’larda palazlanan Modernleşme teorileri Afrika toplumlarının lineer evrimsel süreci takip ederek siyasal, ekonomik, toplumsal ve dinî alanlardaki geleneksel örgütlenmelerinden ve değerlerinden kurtularak bireycilik, sekülerizm, çoğulculuk, siyasal demokrasi gibi Batılı değerleri benimseyeceklerini ve bu sayede modern bir ulus-devlete, temsilî demokrasiye, işleyen bir piyasa ekonomisine ve modern bir toplum yapısına kavuşacağını öngörüyordu. Batı akademisinde hâkim olan bu anadamar yaklaşımın savunucuları, bağımsızlıklarını yeni ilan etmiş birçok Afrika devletine bu yönde reçeteler yazdı. Ne var ki çok geçmeden, ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘gelişme’ gibi pırıltılı vaatlerin boş ve yanıltıcı olduğu, bu kalkınma stratejilerinin ve modernleşme politikalarının kolonyal dönemdeki eşitsiz, asimetrik ve sömürgen ekonomik ilişkileri yeniden üretmekten başka birşey yapmadığı özellikle Bağımlılık ve Azgelişmişlik teorileriyle ortaya konuldu.
Modernleşme teorisinin temel analiz birimi ve kalkınmacılığın hedefi ulus-devletti. Modernleşme, bir ulus inşası süreciydi. Bu anlamda ulus-devletin kaderi, kalkınmacılığın kaderiydi. Dolayısıyla Afrika’da ulus-devletin kök salamaması, Modernleşme teorilerinin ve kalkınmacılık ideolojisinin iflasıyla izah edilmek durumundadır. Kalkınmacılığın iflasının sebeplerini de, tüm kıtaya tarihin en büyük acılarını yaşatan, tüm toplumsal örgütlenmesini, ekonomik organizasyonunu ve siyasal yapısını altüst eden/yıkan sömürgecilikte aramamız gerekir.
Büyük bir heyecanla kurulan yeni Afrika devletleri, siyasal bağımsızlık etiketi altında yeni sömürü ilişkilerinin ağı içerisinde konumlandılar. Senegal’in eski Dışişleri Bakanı Dudu Tiam tam da bundan yakınıyordu: “Biçimden öteye geçmeyen bağımsızlık, yeter artık! Biz ekonomik ve sosyal alanda egemenlik haklarımızı kazanmaya yönelmedikçe, gerçek bağımsızlığa kavuşamayız.” Savaş sonrasındaki uluslararası sisteme bağımsız bir aktör olarak katılmaları, Afrikalı devletlerin ekonomik bağımlılıklarını maskeliyordu. Mali, siyasal olarak sözde bağımsızdı; fakat en büyük ticaret ortağı ve pamuk üretiminin kontrolünü elinde tutan Fransa’nın uydusuydu. Angola ve Mozambik’teki devrimci rejimler bile küresel kapitalist örgütlenmeden az da olsa kopmayı düşünemiyordu; çünkü petrol gelirine muhtaçlardı ve bu yüzden çok uluslu petrol şirketleriyle beraber çalışmak zorundaydılar. Dolayısıyla kolonyalizm, post-kolonyal süreçte yeni bir forma bürünerek devam ediyordu.
Modernleşme teorilerinin çizdiği sınırları referans alarak düşünenler, ulus-devlet projesinin Afrika’da iflasını, Afrika toplumlarının sosyo-kültürel özellikleri ve iç örgütlenmeleriyle izaha çalıştılar. Yanlış ideolojiler, kabilecilik, coğrafî şartlar, iklim özellikleri, dinî inanışlar gibi kültürel ve fizikî unsurların modern bir ulus-devletin inşasına ket vurduğunu savundular. Ne var ki bağımsızlık sonrası kurulan rejimlerin kolonyal niteliğini kabilecilik mirasıyla açıklamak, sebep-sonuç ilişkisini tersten kurmak demekti. Kabilecilik, Leys’e göre, kolonyalizmin bir sonucudur. Bu anlamda kolonyalizmin ürettiği kabileciliği, neo-kolonyalizm tekrar üretmiştir. Nitekim Wallerstein, Afrika’daki kabileciliğin ulusal bütünlük için son derece işlevsel yönlerinin de olduğunu söyler. Kimi kültürel sebeplerin de etkisini ciddiye almakla beraber, bağımsızlık sonrası Afrika’da kurulan ulus-devletlerin başarısızlığının sebebini, ağırlıklı olarak Bağımlılık, Azgelişmişlik ve Dünya-Sistem teorilerinin dillendirdiği ekonomi-politik dinamiklerde aramak gerekmektedir. Kolonyalizmin en tahripkâr miraslarından birisi, birçok Afrika ülkesinin ekonomisini tek ürün ihracatına dayalı olarak örgütlemesidir. Senegal, Tanzanya, Nijerya, Gana, Uganda, Zaire gibi ülkeler ekonomilerini, sırasıyla yerfıstığı, susam, çay, pamuk, kakao, kahve ve bakıra endekslemiş durumda. Bu endeksleme, tamamen dış piyasalara bağımlı ve dolayısıyla herhangi bir şoka karşı büsbütün savunmasız bir ekonominin vücut bulmasına neden oldu. Dahası, bağımsızlıktan sonra Afrika ülkelerinin hammadde, tarım ve maden ihracatı paylarında da ciddi düşüşler yaşandı. Dünya Bankası’nın yayımladığı raporlar bile, bugün Afrika’nın 1960’takinden daha fakir hale geldiğini gösteriyor. 48 Afrika ülkesinin toplam geliri Belçika’nın gelirine denk. 1997’de bu devletler GSYİH’lerinin %80’i nispetinde borçluydular. 600 milyonluk nüfusun %40’ı günde 1 doların altında bir gelire sahip. 1970-1993 arasında dünya ticaretinden aldığı payın azalması, yıllık 68 milyar dolarlık bir gelir kaybına sebep oluyor ki bu, bölgenin gelirinin %21’i demek. Modernleşme teorisinin ve kalkınmacılığın ulus-devlet projesini akamete uğratan iflası, aslında neo-Marksist teorilerin de işaret ettiği gibi, eşitsiz ticarî ilişkiler, uluslararası iş bölümü, asimetrik mübadelenin ürettiği sonuçlardır.
Siyasal açıdan ulus-devletin gelişmesine mani olan unsurların kimlik, meşruiyet, katılım, nüfuz, dağıtım ve entegrasyon gibi alanlarda yoğunlaştığı kabul ediliyor. Buna göre kültürel olarak farklı gruplar arasında ortak bir amaç birliği, otoritenin geçerliliği, kamusal taleplerin karar alma süreçlerinde daha yapıcı ve kontrol edilebilir biçimde yer alması, etkin bir hükümetin inşası ve toplum talepleriyle devletin yükümlülükleri arasında bir denge kurmak noktalarında Afrika’daki ulus-devletlerin siyasal gelişmelerine meydan okumalar mevcuttur. Tüm bu materyal ve kültürel meydan okumalar ve meseleler Avrupa kolonyalizminin tarihsel bir mirası olarak Afrika halklarının sırtında. 1884-85 Berlin Konferansı’yla bugünküne çok yakın hatlarla çizilen Afrika siyasî haritası, suni sınırlar üretti. Bu haliyle de Avrupalı güçlerin çıkarlarını ve imkanlarını yansıtıyor; kıtanın coğrafî ve sosyal gerçekliğini değil. Yeni sınırlar mevcut siyasî yapıları böldüğü gibi, birbirleriyle tarihsel olarak hiçbir etkileşimi olmamış grupları da tek devletin çatısı altında yaşamaya zorladı. Bu suni kompozisyon etnik kökenli birçok çatışmanın müsebbibi oldu. Tek ürün ihracatına dayalı, kırılgan, savunmasız ekonomik örgütlenme kolonyalizmin bir mirası. Kolonyal hakimiyet, Afrika’yı dünya ekonomisinin içine çekti ve sistematik olarak Kuzey’in ihtiyaçlarına amade kıldı. Siyasal bağımsızlık bu dışa bağımlılığı sona erdirmek için sadra şifa bir çözüm üretemedi. Nitekim birçok yönetim Batı-güdümlü elitlerin elindeydi. Kolonyal dönemde devlet, ülkenin kaynaklarının aktarımını mümkün kılacak mekanizmaları geliştirirken, dağıtım için ilkel mekanizmalar geliştirdi. Katılım aktif biçimde engellendi. Siyasal kültür bilinçli olarak inşa edilmedi, otoriter bir jandarma devleti kuruldu. Ve tabii kolonyalizmden Afrikalılara tüm bu devam eden sömürüler ve bağımlılıklar yanında, her alanda aşağılanmış olmanın tahripkâr psikolojisi kaldı.
Siyasal bağımsızlıklarını kazandıktan hemen sonra kalkınmacılığın ve Modernleşme teorilerinin reçetelerine sarılan Afrika, ekonomik olarak çok uluslu şirketler eliyle neo-kolonyal bir ilişki ağının içerisine çekildi. Afrika’da ulus-devlet modelinin zemin bulamayışı, modernleşme projesinin, kalkınma iktisadiyatının ve siyasal gelişme teorisinin iflasının bir sonucu ve göstergesi olarak okunmalı. Kalkınmacılığın iflası da sosyo-kültürel ve coğrafî-iklimsel engellerden çok, kolonyal geçmişin tahribatının ve onun bugünü de belirleyen mirasının bir neticesi olarak değerlendirilmeli.

Paylaş Tavsiye Et