Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Düşman kardeşler: Milliyetçilik ve ulus devlet
İsmail Yaylacı
KÜRESELLEŞMENİN ulus-devletlerin egemenliklerini erozyona uğratan dinamiklerine tepki olarak yerel-etnik milliyetçilikler dünya ölçeğinde yükselişe geçiyor. Sovyet komünizminin miadını doldurmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa’da etnisite vurgusu yoğun milliyetçiliklerin palazlanması, endüstrileşmiş kapitalist Batı demokrasilerinde ayrılıkçı taleplerin güç kazanması (Kanada’da Quebec, İspanya’da Bask, İngiltere’de İskoçya, Belçika’da Flanderler, vb.) ve son zamanlarda Batı Avrupa’daki Müslüman azınlıklara karşı geliştirilen siyasal politikalar ile entelektüel ve sosyal refleksler milliyetçiliği tekrar düşünmemiz gerektiğine işaret ediyor. Her ne kadar 1970 sonrası yaşanan küresel ölçekteki gelişmeler ulus-devlet sisteminde bir dönüşümü ifade etse de, sistem hâlâ yerli yerinde duruyor. Ulus-devletler, hâlâ ciddi bir egemenlik alanına sahip önemli aktörler olmayı ve siyasal/sosyal/ekonomik hayatı ulus-inşası paradigması çerçevesinde örgütlemeyi sürdürüyor.
Tartışmalı bir kavram olarak ulus, genel olarak milliyetçiliklerin bir sebebi değil sonucudur. E. Gellner, modern toplumların kültürel homojenlik ihtiyacının ulus kavramını doğurduğunu ve milliyetçiliklerin de tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişte kültürel entegrasyonu sağlayacak modern bir kurgu olduğunu savunur. Bu anlamda ulus, E. Hobsbawm’ın dediği gibi siyasî elitlerin kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için “icad ettikleri” bir kavramdır. Milliyetçilik, ulus-devletin yükselişiyle yakından alakalı olan ve üç burjuva devriminin (İngiliz, Amerikan ve Fransız) değerleriyle ve özellikle halkın egemenliği, demokrasi ve vatandaşlık idealleriyle bağlantılı bir ideolojidir. Cemaatler modern-öncesi dönemde elbette vardı; ama bu kollektivitelerin kendilerini bir ulus olarak “tahayyül” etmeleri, ulus-devletlerin buna ihtiyaç duymasıyla gerçekleşti. Milliyetçilik siyasal meşruiyetin hâkim söylemi haline geldi. İnsanların aidiyet ihtiyaçlarını anavatana bağlılıkla tatmin etmeleri sayesinde milliyetçilik, modern insana ortak dil, değerler, idealler, gelenekler ve semboller üzerinden bir kimlik temin etmiş oldu.
Milliyetçilik ve ulus-devlet aynı zamanda bir sekülerleşme ideolojisi ve projesiydi. Batı’da ilahî kaynaklı dinlerin düşüşü, “sivil din”lerin ortaya çıkışına zemin hazırladı. Milliyetçilikle beraber siyaset, kurtuluşun anahtarı olma konusunda dinin yerini aldı. Milliyetçiliğin kendisi bir “siyasal din” (E. Kedourie) haline geldi.
Milliyetçi hareketler kendi kaderini tayin hakkını bayraklaştırarak ulus-devlet talebinde bulunurken, ulus-devletler de meşruiyetlerinin kaynağı olarak milliyetçiliği kuvvetlendirdiler. Fakat bu karşılıklı bağımlılığın ötesinde milliyetçiliğin ulus-devletle ikircikli bir ilişkisi vardır. Milliyetçilik, bir yandan etnik-kültürel bağları olan insan gruplarını bir devlet ideali etrafında harekete geçirerek ve inşa edildiğinde de meşruiyet kaynağını teşkil ederek ulus-devleti şekillendirirken, diğer yandan milliyetçiliklerin en güçlü karşıtları da yine ulus-devletler olmuştur. Mutlakiyetçi krallıkların bürokratik araçlarını tevarüs eden ulus-devletler homojen bir toplum tahayyülüyle hareket etmişlerdi. Böylece belli bir milliyetçi söylemin üzerine inşa edilen ya da kendine belli bir milliyetçi söylem icat eden ulus-devletlerin, sınırları içerisindeki diğer milliyetçiliklerle çatışması kaçınılmaz hale geldi. Modern devletin farklılıklara karşı “tarafsız” ve “kör” olma iddiasına rağmen kaçınılmaz olarak belli bir grubun dilini, kültürünü ve dinini ulusallaştırması, milliyetçilikle ulus-devlet arasındaki en temel gerilim kaynağını oluşturdu. W. Kymlicka gibi son dönem liberal düşünürler, ulus-devletlerin bu sözde tarafsızlığının “etno-kültürel adaletsizlik” yarattığını, bu yüzden her kültürel/etnik grubun haklarının, kendi kaderini tayin konusunda bile devletçe tanınması ve korunması gerektiğini savunur.
Genelde Amerikan ve Fransız Devrimleri ile başlatılan milliyetçilik, uluslararası siyasette kendi kaderini tayin hakkıyla öne çıkarken, iç siyasette vatandaşlık kavramına yaslanıyordu. Milliyetçilik, mutlak kralın şahsına bağlılığı içeren tebaalıktan, muhayyel bir ulusa bağlılığa dayanan vatandaşlığa geçişi temsil ediyordu. Fakat bu evrensel, homojenleştirici, tektipleştirici ve total olarak eşitlemeye meyleden vatandaşlık kavrayışı, diğer etno-kültürel grupların asimilasyonu projesini de beraberinde getiriyordu.
Bu anlamda ulusla devlet birbirine eşitlenemez. Devleti ulusun siyasal bir uzanımı olarak algılamak ulus-devlet gerçeğini açıklamamaktadır. W. Connor 1971’de yaptığı çalışmada dünyadaki devletlerin sadece %9’unun (12 tanesinin) ulus-devlet olarak nitelenebileceğini, %30’unda ise nüfusça en kalabalık etnik grubun toplam nüfusun yarısının altında olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla dünya üzerindeki devletlerin büyük çoğunluğu aslında ulus-devlet değil, “devlet-ulus”tur. Connor, Birleşmiş Milletler dahil olmak üzere adında “uluslararası” ifadesi bulunan kurumların hepsinin yanlış adlandırıldığını, bunun gibi uluslararası ilişkilerin de aslında devletlerarası ilişkiler olduğunu söyler.
Milliyetçiliğin ulus-devletlerle ilişkisinin doğasını ve tarihini incelemek üzere yola çıktığımızda vardığımız yerde bizi milliyetçiliğin karanlık yüzü karşılar. Milliyetçiliğin ikili doğasında hem vatandaşlık üzerinden siyasal eşitlik tesis eden, haklar ve özgürlükler tanıyan, hem de yabancı düşmanlığından şovenizme, faşizme, totalitaryanizme ve ırkçılığa kadar varan baskıcı bir damar mevcuttur. Mazzini gibi liberal milliyetçiler kendi kaderini tayin ilkesinin en nihayetinde Kant’ın “ebedi barış”ını getireceğini düşünüyordu. Fakat milliyetçilik, halklara savaşmak için uygun bir söylemsel zemin sunmaktan başka pek birşey yapmadı. M. Howard başlangıcından bu yana hem teoride, hem de pratikte milliyetçiliğin savaş düşüncesiyle ayrılmaz biçimde iç içe olduğunu söyler. Mesela Hegel ve Fichte gibi düşünürler için savaş “ulusların evriminin vazgeçilmez diyalektiğidir”. Howard, Norveç dışında, 20.yüzyılın ilk yarısında kurulup sınırları savaş, iç çatışmalar ya da her ikisiyle belirlenmemiş hiçbir ülke olmadığını kaydeder. Dolayısıyla savaşın ulus-devletlerin teşekkülünde ve iktidarlarının konsolidasyonunda merkezî bir yeri vardır. Bu anlamda milliyetçilik bir ideoloji olarak hem toplumu saldırgan amaçlar için manipüle ve mobilize ediyor, hem de yönetimlere saldırganlıkları için meşruiyet zemini sağlıyordu.
Bununla paralel olarak devlet temelli milliyetçilikler Batı’da kolayca emperyalizm ve kolonyalizme dönüştü. Fransız, İngiliz, Felemenk ve Portekiz devletleri, devletlerarası milliyetçi rekabetin bir sonucu olarak 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümünü sömürgeleştirmişlerdi. Fakat milliyetçilik aynı zamanda 20. yüzyılın anti-kolonyal hareketlerinin de en belirleyici vasfıydı. Hindistan ve Avrupa’da hem sömürge karşıtı, hem de etnik ve kültürel milliyetçilikler ortaya çıktı. Mesela Batı’nın kültürel aşağılaması ve siyasî boyunduruğu karşısında Pan-Afrikanizm, Afrikalı bir tarih arıyordu ve bu tarih ırkî bilinç ve gururu da içeriyordu. Benzer şekilde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap milliyetçilikleri de, sömürge döneminin bıraktığı siyasal birimleri benimseyerek, bu yapay sınırlar içerisinde Batı’nın ulus kavramını uygulamaya çalıştılar.
Hulasa, 21. yüzyılın başında etnik milliyetçilikler ve çatışmalar en yaygın, patlamaya hazır ve ele avuca gelmez meseleler olmaya devam ediyor. Küresel bir sorumlulukla üzerine gidilmesi gereken birçok mesele olduğu gibi dururken, ulus-devletlerin sınırları ve homojenleştirici ideolojisi içerisinde kalmak da, etnik temelli iddiaların kavgasını vermek de adalet ve hakkaniyete dayalı bir siyasî örgütlenmenin ve uluslararası sistemin inşasının önünde bir engel teşkil etmektedir.

Paylaş Tavsiye Et