Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Dosta hem kul, hem gül olmak
Faruk Deniz
MODERN insan yalnız değil, bir başınadır. Bu bir başınalık, insanın bütün sosyal rol ve yükümlülüklerinden sıyrılması, buna karşılık kendi aklının ceberutluğu karşısında bir şey yapamamasıdır. İnsan, ‘Asri Zamanlar’da kendi yarattığı makinanın, o büyük sistemin, dişlileri arasında savunmasız, aciz ve dostsuz kaldı. Tekniğin başat ve büyülü bir güç olarak varlığı, kentin ise karmaşıklığı ve çekiciliği insanın hayat ve ilişki biçimini dönüştürdü. W. Benjamin’in, gören ama işitmeyen, işiten ama görmeyen modern kentli bireyi tam da ‘bir başına bırakılmış’ insanı tarif etmektedir: “Otobüs, tren ya da tramvay kullanımının yaygınlaştığı 19. yüzyıla kadar, insanlar hiçbir zaman dakikalar hatta saatler boyunca tek kelime etmeksizin birbirlerine bakmak zorunda kalmamıştı.” Bu durum sonraları epey yaygınlaştı elbette. Yan yana, karşı karşıya duran; karşısındakinin bakışlarına veya nefesinin sıcaklığına maruz kalan; ama hiçbir şey olmamış, hiç kimse yokmuş gibi davranmak zorunda kalan marazî bir kişilik. İnsan bu durumun kendi doğasına aykırı olduğunu biliyor, ama kendi aklının ürettiği araçların kolaylaştırıcılığından ve çabukluğundan vazgeçemeyeceğini de biliyor. Aşırı uyarılma ortaya kayıtsız, vurdumduymaz ve aşırı bireyci bir tip çıkarıyor. Bu kuşatılmışlık ve çatışma hâli içinde insan, vicdanen müsterih olabilecek mi? ‘Kendisinden ve âtisinden emin ve mutmain olabilecek mi?’ İnsanın arayışı, özleyişi neyedir?
Yağmur, deniz ve gece, tutku ve korkularımı yansıtan üç şey olarak hep olageldi. Yağmur masumiyetimizi, şefkatimizi, letafetimizi hatırlatıyor; deniz coşkumuzu, hırsımızı, öfkemizi izhar ediyor; gece gün görmüş bir ermişin sükûnetiyle günahlarımızı, zaaf ve acziyetimizi örtüyor. Yağmur çocukluğumuzu, deniz gençliğimizi hatırlatıyor, gece yaşlılığımıza işaret ediyor. Yağmur akdimizi, deniz ufkumuzu, gece sınırlarımızı gösteriyor. Yağmur korkunç bir azapla, ölüm gibi kendine çekiyor; hep yağsın istiyorum, ama yağmurun şiddeti karşısında beni de, Zarifoğlu gibi, “Ya yağmur kendine hakim olamazsa” korkusu alıyor. Sonra nedense yağmurda ıslanıp üşütüp ölmekten korkuyorum. Denizin uysallık ve çekiciliğinde çoğunlukla bir dinginlik buluyor, ama nedense her an hırçınlaşacak dalgaların arasında nefessiz kalmaktan korkuyorum. Gecenin bütün o çekiciliği, sükûnu ve gizemi hep devam etsin, sabah hiç olmasın istiyorum, ama nedense gecenin karanlığında kaybolmaktan korkuyorum. Bu, kuşatılan, sürekli bir şeylere maruz kalan ve huzursuz olan insanın yalnızlık arayışının üç tezahürü mü? Yoksa insanın bizatihi dünyada bulunuyor oluşuyla ilgili bir şey midir? Sırr-ı kadim devam ediyor.
Korku ve tutkunun iç içe oluşu ve bunun da su ve gecede birleşmesi, mekanikleşen, insanîlikten uzaklaşan ve parçalanan hayatta hâlen bir dayanak, bir umut olduğunu gösteriyor. Ruh, gecenin hikmetinde ve suyun risaletinde O’nu bulma arayışı, özleyişi içindedir. Yıllar var ki, ne zaman yağmur, deniz ve gece muvacehesinde insanın bu çırpınış ve arayışını düşünsem, aklıma hemen Yunus Emre’nin “Varam ol dosta kul olam / her dem açılam gül olam” dizesi gelir. Mustafa Tatçı’nın hazırladığı dizinde, Yunus Emre Divânı’nda dost ve dosta ilişkin dört yüz kırk kelime geçiyor. Dost nedir, kime denir? Yunus Emre’de dost, kimileyin, âşıktır, mâşuktur, yârdır, yârendir, candır, canandır, derviştir; kimileyin de, Hakk’tır, Tanrı’dır, Hızır’dır, Musa’dır, İlyas’tır, (Halil) İbrahim’dir, Muhammed’dir. Kul olmak, tam bir doğruluk ve sadakat ile dosta bağlanmak, teslim olmaktır. Dost, olunmak istendiğinde hemen olunan bir şey değildir. Bir emek, bir vakit gerektirir. İhtiyaç ve zaaftan neşet etmez. Bu anlamda hiçbir hesaba sığmaz. ‘Varam’ sözü de, hem iradi bir beyana, hem de kat edilmesi gereken bir yola işaret ediyor.
Dosta kul olmak, ona varmak yetmiyor; asıl zorluk bundan sonra başlıyor. Bu sebeple, gül olmak, tesis edilen bu münasebetin ancak, şefkat, sabır, tevazu, sevgi, dürüstlük, hüzün ve incelikle yürütülebileceğini gösteriyor. Musa ile Hızır arasında başlayan dostluk, Musa’nın sabra tahammül göstermemesi nedeniyle akim kalmıştı. Seher vakti sabâ yelinin esmesiyle açılan gülün ömrü kısa olur, ama büyük bir ihtimam ve teveccüh bekler. Yunus Emre, faniliği sembolize etmesine rağmen, taşıdığı yüksek değerler nedeniyle güle ebediyet biçiyor. Biçilen rol, dostluğu bütün menfaat ve sahteliklerin ötesine taşıyor. Dostların münasebeti, gül misali, ihtimam ve yüksek değerler üzere olmalı. Güle, hüzne ve erdeme yaklaştıkça, yalınlıkla kendimize döneceğiz; o vakit, dostluğun parlak ışığı kendini bize gösteriyor olacak.
Kadim insanı, kendinden emin kılan dost ve dostluk kavramları, modern dünyanın çatışmacı ve parçalanmış hayat algısında inkıtaa uğradı. Teknik gelişmeler, iletişimi kolaylaştırdı, ama hasretlik duygusunu zayıflattı. Ve insan, insana uzak düştü.  
Cicero’nun, “Dostluk gelecek için parlak bir ümit ışığıdır; ruhu zaafa düşmekten ve kendini kapıp koyuvermekten alıkoyar. Çünkü gerçek dosta bakan insan, sanki onda kendi örneğini görür” ifadesi, Mithat Cemal’in, M. Akif ile Ahmet Naîm arasındaki o harikulâde dostluk örneği anlatımında karşımıza çıkıyor: “… bir aralık Naîm de şiir yazıyor hatta bastırıyordu. (…) Fakat bir gün şiirlerini kendi beğenmeyip, şairlikten vazgeçti: Kendini ‘ilim’e verecekti. Naîm’in bu ‘dirayet’i Akif’de mutlaka tesirini göstermeli idi, çünkü ona o derece inanıyordu. Nitekim gösterdi; Akif de kendi şairliğine kızdı: “Bunları ne diye yazıyordu sanki!” Ve yazmaktansa okumayı daha doğru buldu: “Arapça’da, Fransızca’da, Acemce’de ne defineler vardı!” Şairliğinden ikide birde pişman olmak, “Artık şiir diye bu lüzumsuz şeyleri yazmamak...” Akif’de bu hâl, zaman zaman başlar, aylarca sürerdi. Fakat kendi şiirlerini yırtan Naîm, Akif’inkileri o kadar beğeniyordu ki, “Ona yazıktı; o şiiri bırakmamalıydı.” Bu teşvik üzerine Akif de şairliğine yeniden dönüyordu: “Madem ki sen beğeniyorsun, demek ki yazdıklarım o kadar fena değil.”
Naîm: -Fena değil de söz mü? Çok güzel! Hele o kolaylık!
Akif: -Fakat yazarken bilsen ne kadar terliyorum.
Naîm: -Fakat okurken ter kokusu bilsen ne kadar duyulmuyor.
Ve Akif’in şiirlerini Akif’e beğendirmek... Naîm, bu uğurda söylenecek en güzel sözleri buluyordu.” Cicero, yüzyılların arasından süzülüp gelseydi ve bu muhavereye şahitlik etseydi ne derdi:
Ey yüksek bilgelik! Dostluğu hayattan çıkarmak isteyenler, güneşi dünyadan ayıramayacaksınız! Bilin ki, insana dostluktan daha iyi ve daha tatlı bir şey verilmedi. Zaten huzur dedikleri nedir ki?
Varam ol dosta kul olam her dem açılam gül olam
Hem söyleyem bülbül olam turagum gülistân ola.

Paylaş Tavsiye Et