YUNANİSTAN ve Güney Kıbrıs’ın, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerine ve tam üyeliğine bakışını şekillendiren başlıca unsurlar tarihî, felsefî, stratejik ve psiko-sosyolojik olarak sınıflandırılabilir. Bütün bunlar birbirinden bağımsız değil, birbiriyle örtüşen unsurlardır. AB bağlamında Türk-Yunan ilişkileri daha çok stratejik bir zeminde tartışılmaktadır. Oysaki bu siyasî/stratejik zemini belirleyen temel parametreler tarihî ve felsefî arka planın ürettiği psiko-sosyolojik düzlemde şekillenmektedir. İki farklı kadim medeniyetin çağımızdaki mirasçıları olarak Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, bu iki medeniyet arasında yaşanan gerilimlerden/olaylardan etkilenmektedir.
Nasıl ki Türkiye alelade bir Müslüman ülke değilse, Yunanistan da alelade bir Batı ülkesi değildir. Atina, bir “Medeniyet Projesi” olarak temayüz eden AB’nin ana dayanağı, Batı düşüncesinin doğum yeridir. 19. yüzyılda yaşamış İngiliz şair Lord Byron, Osmanlılara karşı tüm Avrupa’yı yardıma çağırırken, Yunanistan’a yardım etmenin Avrupalılar için tarihsel bir borç olduğunu belirtiyordu. Bugün de aynı zihniyet farklı araçlarla pratiğe yansıyor.
Türkiye-AB ilişkilerinin tarihçesi bir anlamda Yunanistan-AB ilişkilerine göre şekillenmiştir. Yunanistan'ın o zamanki adıyla AET’ye 15 Temmuz 1959’daki resmen başvurusunun hemen ardından, zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, "Yunanistan kendisini boş havuza atarsa, hiç düşünmeyip siz de atlayın” demişti. Bu ifadede kendini bulan, Yunanistan’a göre Avrupa ile ilişkilerin çerçevesini belirleme stratejisi sonucunda, Türkiye de 31 Temmuz 1959’da AET’ye başvurdu. 1981’de Birliğe tam üye oluncaya kadar belirli bir dengede seyreden Türkiye-Yunanistan ile Türkiye-AB ilişkileri, üyelik sonrasında Yunanistan lehine değişmiştir. Yunanistan’ın tam üyeliğinin kabulü sırasında AB, Türkiye’ye “Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne tam üye olması, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir” taahhüdünde bulunmasına rağmen, Yunanistan her safhada ilişkileri bloke etme politikası gütmüştür.
Siyasî gerekçelerle Birliğe alınan Atina, AB’ye pek çok siyasî sorun çıkardı. Özellikle Türkiye’nin her gündeme gelişinde, Yunan tarafının Kıbrıs’ı veto kozu olarak ileri sürmesi, Brüksel’i zaman zaman zor durumda bıraktı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) üye olma sürecinde “ya Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üye olur ya da kimse üye olamaz” politikası, Birlik içi dengelerin sarsılmasına neden oldu.
Türkiye, 1 Mayıs 2004’te, GKRY-’nin Birliğe katılımı sonrası iki veto ile uğraşmak durumundadır. AB içinde hiçbir ülke, Türkiyesizliğin maliyetini üstlenebilecek güçte değil. Bu durum Yunanistan ve GKRY’nin bir taraftan elini zayıflatırken; diğer taraftan sürecin uzamasına yol açarak, bu ikiliye yeni manevra alanları açmaktadır. AB içindeki Türkiye karşıtları da, Kıbrıs sorununu bahane ederek Türkiye’nin üyeliğini geciktirmeye çalışmaktadırlar.
“Küçük Ülke-Büyük Ülke Sendromu”
Gerek küresel anlamda, gerekse Avrupa bağlamında Türk-Yunan ilişkilerinin seyri, karşılıklı olarak “küçük ülke-büyük ülke sendromu” içinde şekillenmiştir. Batı medeniyetinin beşiği olma iddiasını diplomatik bir koza dönüştüren Atina, Ankara’da iflah olmaz bir “Avrupa Sendromu” olduğunun farkında. Türkiyesizliğin Birliğe maliyetini hesaplamakta zorlanan AB’nin Türkiye’ye kolayca “hayır” diyemeyeceğinin de farkında olan Atina, tam üyelik yolunda Ankara’ya vereceği desteğin şartlara bağlı olduğunu defalarca dile getirmiştir. Bu şartları tam üyelik gerçekleştiğinde elde edemeyeceğini bilen Atina, sonuçtan ziyade sürece odaklanmakta ve süreçte elde ettiği kazanımlarla sonucun etkisini nötralize etmeye çalışmaktadır.
1981’den bugüne değin Yunanistan, söylem düzeyinde Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmesinin kendileri için de önemli olduğunu belirtirken; bu yönde somut adımlar atma konusunda isteksiz davrandı. Bütünleşmeyi sağlayacak ekonomik araçların kısıtlanması yönünde kullandığı vetolar ise, AB karar alma mekanizması içinde hâlâ aşılabilmiş değil. Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde Türkiye’ye yapılması gereken AB yardımlarını düzenleyen protokoller, Yunanistan’ın vetosu nedeniyle 1981’den beri hayata geçirilememektedir. AB’ye tam üye olduğunda Atina’nın ilk aldığı kararlardan biri, Türkiye-AET arasındaki Gümrük Birliği’nin IV. Mali Protokolü’nü veto etmek olmuştur.
Ankara’daki siyasî elitin AB’ye tam üyelik konusundaki kırmızı çizgilerinin muğlak olduğunu düşünen Atina, her adımını kontrollü atmaya dikkat etmektedir. Söylemlerinde Türkiye’nin tam üyeliğini desteklediğini her fırsatta dile getiren Atina, karşılığında veto kartını Demokles’in kılıcı gibi Ankara’nın tepesinde tutmaktadır. Örneğin, Gümrük Birliği kararının alınacağının anlaşıldığı Aralık 1994’ten sonra Atina, veto kartını kullanarak, GKRY’nin tüm Kıbrıs adına AB ile görüşmelere başlamasını Ankara’ya kabul ettirdi.
Türkiye ile yaşadığı sorunları AB’leştirerek çözme isteğinde olan Atina, böylece Türkiye karşısındaki hareket alanını genişletme eğilimindedir. Bu nedenle 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’den, Yunanistan’ın talebi doğrultusunda, bu ülke ile arasındaki, Kıbrıs dahil, tüm sorunları 2004 sonuna kadar çözmesi istenmişti. Aksi takdirde, yine Yunanistan’ın isteğiyle, Uluslararası Lahey Adalet Divanı’na götürülecekti. Buradan da görüleceği üzere Atina, Kıbrıs sorununu BM zemininden AB zeminine kaydırma eğilimindedir.
Bugün Yunanistan, Lahey’e taşımayı planladığı kıta sahanlığı, karasuları, FIR hattı ve Ege Denizi’ndeki kayacıklarla ilgili sorunları, 2002’den beri düzenli aralıklarla yapılan “Âkil Adamlar” toplantılarında gündeme getirememektedir. Türkiye’de yaşayan Rum dahil diğer tüm azınlıkların hamisi artık Atina değil, Brüksel olmuştur. Fener Rum Patrikhanesi ve Heybeliada Ruhban Okulu ile ilgili meselelerde AB’nin kendini muhatap olarak görmeye başlaması, Atina’nın Türk-Yunan sorunlarını nasıl AB’leştirdiğine en iyi örnektir.
3 Ekim’de Yunan ve Rumların Tutumu
3 Ekim yaklaştıkça Atina ve Lefkoşa’nın Türkiye karşıtlığı gün yüzüne çıkmaktadır. Fakat şu da bir gerçektir ki, 24 Nisan referandumunda Annan Planı’na “hayır” diyen Rumlar, gerek moral gerekse hukuksal zeminin ayaklarının altından kaymasına engel olamadılar. Kritik zamanlarda yanlış kararlar alan Rum Yönetimi, şimdilerde bunların faturasını AB üzerinden Türkiye’ye çıkarma peşinde. Sorunu BM zemininden AB zeminine kaydırma çabalarının, son yayınlanan karşı deklarasyonda da yer bulmamış olması Lefkoşa’nın içine düştüğü çıkmazı göstermektedir. Deklarasyonun sonucu ise, müzakere başlıklarının açılıp kapanmasında veto hakkı bulunan Lefkoşa ve Atina’nın, bundan sonraki süreçte müzakere dönemine yoğunlaşarak, Ankara’dan taviz koparmayı planladıklarına işaret etmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et