DOĞU’NUN şehirleri bir seyyah için hâlâ vaitkârdır. Batının tekdüze şehirlerine karşı Doğu şehirleri, içinde türlü sürprizler barındırır. Bu sürprizler orada akıp giden hayatın, çağıldayan insanların habercisidir. Hayatın diriliği, insana ve kâinata anlam veren öğretiden kaynaklanır. Bu duyguyu yıllar önce Kudüs’te de yaşamıştım. Yeni ve modern Batı Kudüs’ten tarihî Doğu Kudüs’e geçtiğinizde hayat birden şenleniyor, ortalık ışıklanıyor; ruhu olan bir yerde dolaştığınız hissi, şehirden size yayılan enerjiden hemen hissediliyordu. Kudüs’ü, Kahire’yi, Şam’ı, İstanbul’u birleştiren ortak bir hava, Allah’ın kulları olduğumuz gerçeği, hayatın o büyük koşuşturması içinde fâniliğin farkında olarak yaşayış, bu şehirleri farklı yerler kılar. Bu anlayış; zamanı durdurabilmek, zamanla beraber akıntıya kapılıp sürüklenmemek, sırası geldiğinde dünyevî olana ara verip uhrevîliğin pencerelerini aralayabilmek demektir. Bu, ölümle beraber yaşamak, ölümü her an yaşamak, ölmeden evvel ölebilmek, ölülerle yaşayabilmek demektir. Yahya Kemal’in, İstanbul’un nüfusunu verirken yerin üstündekiler kadar yerin altındakilerin de sayısını vermesi manidar bir örnektir. O yüzden Kahire’ye yolumun düşmesi beni heyecanlandırır. İçinde mezarlık evlerin bulunduğu kocaman bir ‘ölüler şehri’ barındıran, firavun mezarlarının hemen kenarına kurulu bu şehir, size her zaman yeni sürprizler sunar. O kadar diridir ki, bu şehirde ölülerin bile nefesini hissedersiniz.
Kahire benim için evvela Nil ve el-Fişawi demek. Nil’i ister istemez selamlayacağım ama üçüncü kez yolumun düştüğü bu şehirde, el-Fişawi’de gözleri kısıp iç âlemlere dalarak yapılacak bir nargile seansı, şehre merhaba demenin olmazsa olmaz yöntemi. Nargile etrafında buluşmak; sadece konuşmak, dertleşmek, sohbet etmek değildir. O aynı zamanda susmak, iç âlemlere çekilmek, hayal etmek demektir. Fişawi Hüseyin Meydanı’nın kıyısında Han-ı Halili’de küçücük bir kahvehane. Ama gönül sohbet istiyor ya, tahtına kurulmuş bir kral kadar mesut ve saltanat ehliyiz orada. Elma nargilemizi tüttürürken, zamanı oracıkta durduruvermenin, hayatın yüksek tempolu akışından sıyrılabilmenin çocuksu neşesiyle esrik ve müstağniyiz. Dumanın verdiği bir sermestî midir bu, yoksa gençliğin giderek uzaklaşan hatıralarının canlandığı bir vecd ayini mi? Bu şehrin kalabalığını, coşkusunu, modern hayatın ezberini bozan o hercaîliğini, Doğulu hayatın eksiksiz bir resmini çizen o yaramaz kaosunu seviyorum. O kaosta büyük bir yaşama sevinci buluyorum. Yıkık dökük evlerde oturan erkekler ve kadınlar, çıplak ayaklarıyla sağa sola koşturan çocuklar, sokak ve kahvehanelerinde kıyameti bekler gibi ağır ve düşünceli oturan ve mutlaka nargile çeken adamlar... Eski ve yeninin birbirine karşı bu kadar umarsız olduğu, ikisinin birbiriyle savaşmadığı kaç şehir vardır yeryüzünde? Ticaret burada hayatın ta kalbindedir, kimse hızlı adımlarla yürümez, durup dinlenmek ve bu arada çay içip laflamak için herkesin ayıracak zamanı vardır. İnsanın insan için vakti vardır bu coğrafyada. Burada ticaret bilgisayar ağları üzerinden değil, asırlık yöntemlerle yürür çoğu zaman; insan insanla buluşur, halleşir, dertleşir.
Kahire’nin arka sokaklarına giriverdiğinizde yüzyıllardır hiç değişmeden kalmış bir mahallenin ortasında bulursunuz kendinizi; şehir kir pas içerisinde kalmak pahasına tarihini ve geçmişini korur. Meydanlar tıklım tıklımdır ve hayat, uçarı bir ırmak gibi sağa sola çarpa çarpa ilerler. Batı şehirlerinin donuk ve ölgün havasından eser yoktur burada; hayat geçmiş çağlardan bugüne akar, buradan geleceğe sıçrar. Bu kesintisizlik hali, bu yerinde sayma inadı bu şehri ‘ruhu olan bir şehir’ kılar. Ben Doğu şehirlerinin ele avuca sığmazlığına meftunum. Bir şehirde geçmiş zaman kareleri yakaladığımda, tarihin soluk alıp verişini hissettiğimde o şehri daha çok seviyorum. Ruhu olan şehirler insana her zaman yeni yaşantılar ve bir iç derinleşme vaat eder.
On üç yıl kadar önce üç arkadaş İstanbul’dan otobüse binerek karayolu ile Kahire’ye gelmiştik. O yolculuğun hatırası zihnimin en mutena köşesinde saklı durur. Yolların kirine pasına bürünerek ve yolda insan hikayeleri dinleyerek yapılan bir yolculuk, insanın iç âlemini genişletir ve onu, tarifsiz bir biçimde zenginleştirir. Çok eskiden tanıdığımızı sandığımız ama ancak yeni görüşebildiğimiz bir sevgiliye kavuşur gibi, özlem ve aşkla sarılmıştık Kahire’ye o gençlik yaşında. Ve yine el-Fişawi’de uzun günler geçirmiştik; uzun konuşmalar ve uzun susuşlar... Orada nerdeyse meczup, yaşlı bir kadın bir demirbaş gibi duruyor, yanında iki hafız sürekli Yasin okuyordu. Dediler ki, “Bu Nazire Ana.” Ana hepimize sigara tuttu ve buğulu gözlerini uzaklara sabitleyerek, “Ben ona sevdalıyım” deyip Hüseyin Camii’ne işaret etti. Dediler ki, “ölüm yaklaştı deyip yanında Yasin okutuyor.” Gönüllü bir hafızlar bölüğü o bölgede çokça hürmet edilen bu kadına nöbetleşe Yasin okuyordu. Bu meczup gibi görünen ama konuştukça bilgelik hazinesinden cömertçe etrafına dağıtan yaşlı kadın, Kahire’ye ikinci gidişimde artık el-Fişawi’de değildi. O zaman üzüntüyle “Ne oldu, nereye gitti?” diye sormuştum da, garsonlar duruşlarını değiştirip yüzlerine bir hürmet ifadesi kuşanarak “Biz de bilmiyoruz” demişlerdi, “bir gün kimseye haber vermeden ortadan kayboldu, sanki sırra kadem bastı.” El-Fişawi’de oturmak benim için o serâzat gençlik yaşlarının hülyalarını içime çekmek demektir. Sanmayınız ki, nargilenin ateşidir tutuşturan tütünü; tüten hülyalı bir ömür, ateş gönlün ateşi, duman aradan geçen yıllardır.
Burada Dünya Psikiyatri Kongresi’nde bir konuşma yapmak üzere bulunuyorum. Söylediklerimi birkaç cümle ile özetleyecek olursam; modernleşmeyle birlikte akıl hastalıkları üzerindeki damgalama artıyor, sosyal ağların çözülmesi ve insanı ürettiği malla tartan kapitalist ekonomiler “şizofren” kişiyi toplumun kenarlarına itiyor. Bizim geleneksel anlayışımızda Tanrı’ya yakınlık olarak da görülebildiği için olumlu anlamlar içeren meczupluk/delilik, modern psikiyatrinin onu bir beyin hastalığı olarak tanımlamasıyla mevzi kaybediyor; halkın ürktüğü ve çekindiği bir rahatsızlık oluyor. Aslında halkın içinde söylenceler hâlâ yaşıyor. Şizofreni konusunda halk tutumlarını araştıran çalışmalar insanlarımızın şizofreni sebepleri konusunda yüksek oranda toplumsal sıkıntıları mesul tuttuğunu gösteriyor. Anadolu’da, bir kıza sevdalandığı için deliren, çok okuduğu, sevdiğine kavuşamadığı, cin çarptığı için aklını kaybettiğine inanılan sayısız genç vardır. Halk böyle inanmakla hastalığı bir ölçüde normalleştirir, bunu herkesin başına gelebilecek olağan bir hadise gibi görür. Böylelikle herkesin uğrayabileceği bir talihsizlik olarak akıl hastalığı, toplumsal/kamusal sahadan ve gündelik yaşamdan tehcir edilmez. Pek çok tıbbî antropolojik çalışma, şizofreninin sıcak karşılandığı ve şizofreni hastasına samimi ve dostça davranan toplumlarda, bu hastalığın kişinin hayatını daha az aksattığını gösteriyor.
Kahire benim için eski bir sevgili. O benim için aradan yıllar geçse de aynı güzellikte kalacak bir gençlik aşkı. Onun karmaşa ve girdaplarına bakınca, onları seyre dalınca, kendi içimin karmaşa ve girdaplarını izlediğim hissiyle büyüleniyorum. Kahire ruhumun içindeki müzikle karşılıklı yağan bir yağmur. İncitmeyen bir güneş. Beni yakan bir ateş ve beni ıslatan bir yağmur; ama yağmur da, ateş de benim. Her Doğulu gibi, ben de biraz Kahireyim!
Paylaş
Tavsiye Et