Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Irak ve komşuları
Gökhan Çetinsaya
IRAK’TA yaşanmakta olan sürecin bölgesel dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu yeni oluşumların ise Irak’ın komşularını derinden etkileyeceği anlaşılıyor. Bölgesel dengeler bakımından en önemli değişiklik, Irak’ın ‘Arap dünyası’ndan kopuşu olacak. Yeni Irak’ın, anayasada Sünni Arapları memnun etmek için nasıl bir formülasyona gidilirse gidilsin, siyaseten ‘pan-Arap’ karakterini yitireceği görülüyor. Zira Saddam’ın özellikle son on yılda izlediği iç politikalar nedeniyle Irak, ‘millî kimliğini’ yitirmiş vaziyetteydi. Zaten Arap kimliği öne çıksaydı bile, yeni Irak yine de güçlü bir Arap devleti olma özelliğini yitirecekti. Gerçekten de, Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Arap dünyasında (Mısır hariç) askerî bakımdan güçlü bir Arap ülkesi kalmadı. Bu da 20. yüzyıl Orta Doğu siyaseti düşünüldüğünde, bütün dengeleri değiştirebilecek bir husus. Bölgede askerî bakımdan zayıflamasıyla birlikte, kendi güvenliğini en azından kısa vadede sağlayamayacak bir Irak’ın karşısında -Suriye’nin içinde bulunduğu durum da düşünüldüğünde- İran, Türkiye ve İsrail’in öne çıktığı görülüyor.
Bunların arasında bu süreçten en kârlı çıkacak ülke ise İran’dır. Irak yaşadığı terör sarmalının sonucunda parçalandığı takdirde ortaya çıkacak bir Şii devleti, hiç şüphesiz İran açısından büyük bir avantaj doğuracaktır. Ancak Irak, kabul edilen yeni anayasasındaki gibi federal, demokratik ve özgür bir ülke olduğu takdirde bile Şiilerin büyük ağırlıkta olduğu, merkezî hükümete ve dış politikaya hâkim oldukları bir ülke haline dönüşecektir. Gerçi Batılı yazarlar bu durumun ille de İran’ın avantajına olamayacağı ihtimaline işaret etmek için, Necef-Kum ayrımı yapmaktalar ya da İran-Irak Savaşı örneğini vermekteler; fakat son iki yıldır yaşananlar görünen köyün kılavuz istemediğini söylüyor. Bir kere diktatörlük rejimlerinde bastırılan/dışlanan kimliklerin demokratik/özgür ortamlarda yeniden ortaya çıkması kaçınılmaz. Ayrıca bugün ve gelecekte Irak siyasetinde rol oynaması beklenen bütün aktörlerin muhalefet yıllarını İran’da geçirdiği malum. Evet, belki Irak’ta ‘velayet-i fakih’ uygulanmayacak, yani din adamları bizzat yönetmeyecek. Ama bu demek değildir ki; Şii din adamlarının -Ayetullah Sistani’nin son iki yıldır oynadığı rol gibi- siyasette belirleyici bir etkileri olmayacak. Şiiliğin doğası gereği -ya da bir başka deyişle Şiiliğin siyaset anlayışı nedeniyle- İran ve Irak’ın kısa/uzun vadede yakınlaşmaları kaçınılmaz gözüküyor.
Burada İran açısından dezavantaj ya da paradoks olarak görülen nokta ise, ABD’nin bölgede artan askerî varlığı ve bunun ABD-İran ilişkileri bakımından muhtemel yansımalarıdır. Evet, ilk bakışta İran’ın düşmanı olarak görülen ABD, 11 Eylül sonrası yaptığı operasyonlarla bir yandan kendi ‘düşmanlarını’ yok ederken, diğer yandan İran’ın ‘düşmanlarını’ da bertaraf ediyor. Taliban Afganistan’ı ve Saddam Irak’ı bunun iki büyük örneği. El-Kaide ile savaş ise devam ediyor. Ama bir yandan da ABD, İran’ın düşmanlarını devirdiği yerlere kendisi askerî bakımdan yerleşiyor. Bunun gelecekte ABD-İran ilişkileri bakımından doğuracağı sonuçlar dikkatle izlenmeye değer.
Yukarıda çizilen tablo ise, diğer bölgesel aktörleri İran-Irak yörüngesinde bir ‘Şii kuşağı’nın oluştuğuna -ya da oluşmakta olduğuna- dair bir endişeye sevk ediyor. Zira nüfus oranlarına bakıldığında, Bahreyn’in %60’ı, Kuveyt’in %30’u, Suudi Arabistan’ın %14’ü, Lübnan’ın %32’si Şii’dir. Bazı yorumcular bu listeye On iki İmam Şiiliği yani Caferilik dışında kalan, Yemen nüfusunun %73’ünü oluşturan Zeydileri ve Suriye’de azınlık olmalarına rağmen iktidarda olan Nusayrileri de eklemektedir. Burada ABD açısından da bir paradoks mevcut: Ortaya çıkmakta olan bu Şii kuşağı görülebildiği kadarıyla Amerika (ve İsrail) karşıtı bir bakışa sahip; Amerikan hükümetlerinin kendi eliyle yaratmakta olduğu kendisine düşman bu kuşakla nasıl başa çıkacağı dikkate değer bir soru olarak akla geliyor.
Bu muhtemel gelişmelerden en fazla endişe duyan ve bunu uluslararası platformlarda da ifade etmekten kaçınmayan ülke ise Suudi Arabistan. Bir kere inanç bakımından Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi olan Vahhabilik, Şiiliği kabul etmiyor ve ‘kâfir’ olarak görüyor. İkincisi, Suudi Arabistan’daki Şii nüfus doğudaki petrol bölgelerinde yaşıyorlar ve komşu Bahreyn ve Kuveyt’teki varlıkları da düşünüldüğünde önemli etkileşimlere açıklar. Zaten Şii kuşağından endişe duyanların bir gerekçesi de, bu kuşağın petrol bölgelerini kontrol edecek olması. Sırf bu endişeler nedeniyle, İran’ın Körfez bölgesindeki etkisini sınırlayabilmek için, daha 1980-88 İran-Irak Savaşı sırasında, bölge ülkeleri Körfez İşbirliği Örgütü’nü kurmuşlar ve var güçleriyle Irak’ı desteklemişlerdi.
Ürdün, Suriye ve Mısır gibi ülkeler ise Irak’ın güçlü bir Arap ülkesi olarak bölge denkleminden çekilmesinden rahatsızlar. Bu onları İsrail (İran ve belki Türkiye) karşısında daha da zayıf bir konuma sokacaktır. Hiç şüphesiz, neo-conların bütün hesaplarına rağmen, yeni oluşan Irak rejimi İsrail karşıtı olacak; ancak bu Irak’ın askerî bakımdan güçsüz ve siyasî bakımdan da istikrarsız bir devlet olacağı gerçeğini değiştirmiyor.
Peki Türkiye bu gelişmeleri nasıl görüyor ve muhtemelen nasıl etkilenecek?
Hiç şüphesiz Türkiye için en ideal çözüm, Saddam Hüseyin ve Baas Partisi’nin yeni dünya dengelerini doğru okuyarak geri adım atması, uluslararası sistemle uzlaşarak, içeride de tedricî bir demokratik tecrübeye ve toplumsal uzlaşmaya girişmesi olabilirdi. Ancak bir kere eski yapı yıkıldı, tabiri caizse pandoranın kutusu açıldı. Öncelikle Türk kamuoyunun bu gerçeği iyi idrak etmesi lazım. Eskiyi geri getiremeyeceğimize göre, bölgemizde meydana gelen yeni gelişmelere yönelik gerçekçi pozisyonlar ve politikalar belirlemek ihtiyacı kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin gündemine gelmektedir.

Paylaş Tavsiye Et