Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Türk dış politikasında “üç tarz-ı siyaset”
Gökhan Çetinsaya
YUSUF Akçura’nın ünlü “Üç Tarz-ı Siyaset” (Kahire, 1904) denemesinin yayımlanışından yüz yıl sonra, Türkiye yine bir yol ayrımında bulunuyor. Dış politikada izlenmesi gereken yollar konusunda aydınlarımız ciddi bir fikir münakaşası içindeler. Türk dış politikasının tarihsel temellerine bakmak bu siyasetleri daha iyi değerlendirebilmemize vesile olacaktır.
18. yüzyılın sonundan 1990’ların başına kadar olan yaklaşık 200 yıllık dönemde Osmanlı Devleti ve mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti üç temel mesele ile uğraşmıştır. Birincisi, Rusya/Sovyetler Birliği’nin yarattığı stratejik ve askerî tehdittir. 18. yüzyıldan Soğuk Savaş’ın bitimine kadar olan sürede Türk devlet adamları açısından en büyük endişe kaynağı (belirli kısa istisnai dönemler hariç) önce Rusya ve sonra Sovyetler Birliği’nin Türkiye ve komşuları üzerinde yarattığı tehdit olmuştur. Bunun etkileri sadece Osmanlı/Türk dış politikası üzerinde değil; aynı zamanda iç politika üzerinde de görülmüştür.
İkincisi, Fransız İhtilali sonrasında 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı topraklarında ortaya çıkan, önce sırasıyla birer birer bütün gayrimüslim azınlıkları ve daha sonra 20. yüzyılın başlarından itibaren Türk olmayan Müslüman unsurları etkisi altına alan milliyetçilik rüzgarlarıdır. İkisi de birbiriyle bağlantılı olan bu dış ve iç tehditler, son 200 yıllık dönemde Osmanlı/Türk dış politikasının hem Batı ile hem de komşularla olan ilişkiler bağlamında temel belirleyicileri olmuşlardır.
Osmanlı/Türk dış politikasını belirleyen üçüncü faktör ise, bu son 200 yıllık dönemde Türkiye’nin iktisadî koşulları ve malî bakımdan dışa bağımlılığı olarak görülebilir.
Bugün tartışılan bütün seçenekler de dâhil olmak üzere çeşitli dış politika seçenekleri 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başından başlayarak siyasî ve askerî elitler tarafından tartışılageldi. Ancak, bu farklı seçenekler, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tam olarak gideremediği ve bunlar doğrultusunda yapılan bazı girişimler (Müslüman ve Türk dünyası ya da yakın çevredeki komşular gibi) başarısızlıkla sonuçlandığı için Türkiye’nin dış politika tercihi Batı’ya yönelik (Batı ile ittifak ya da Batı sistemi içerisinde bağlantısızlık/denge arayışları şeklinde) olmuştur. 1830’lardan itibaren Osmanlı/Türk dış politikası incelendiğinde hangi dünya görüşüne sahip olurlarsa olsunlar devlet adamlarımızın Orta Doğu, İslam dünyası veya Avrasya seçenekleri üzerinde düşünüp birtakım teşebbüslerde bulunmalarına rağmen, son tahlilde tercihlerini Batı siyasî ve stratejik sisteminden yana yaptıklarını görmekteyiz. Diğer seçeneklere hazırlık teşkil edebilecek bölgesel ya da başka birtakım arayışların ise ya başarısız ya da kısa ömürlü olduğu görülmektedir.
1989-91 yıllarında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte Türkiye yeni bir uluslararası ortama kavuştu. Bir kere Rus/Sovyet tehdidinin sona ermesi Türkiye’yi 200 yıllık bir kamburdan kurtarmıştır. İkincisi, Türkiye’nin kendisinden hem askerî hem de iktisadî bakımdan zayıf yeni komşuları ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü, bu yeni uluslararası ortam Balkanlar, Kafkasya/Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni fırsatlar doğurmakla birlikte istikrarsızlıklar, belirsizlikler, Türkiye’nin sınırları etrafında yeni çatışmalar bağlamında yeni riskleri de beraberinde getirmiştir. Son olarak Türkiye, bölgesinde, Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir kenar ülke değil; merkezî ülke konumuna gelmiştir.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan Yeni Dünya Düzeni’ndeki muhtemel dış politika tercihleri üzerine (içeride ve dışarıda) bir tartışma başlattı. Bu tartışmalardan en önemlisi Türkiye ve NATO üzerineydi. Bir görüşe göre, NATO açısından Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin stratejik önemi kaybolmuş, Batı ittifakının Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı. Türkiye açısından da yeni dış politika seçenekleri/fırsatları karşısında NATO ittifakına gerek kalıp kalmadığı tartışma konusuydu. Ancak başta Körfez Krizi/Savaşı (1990-91) olmak üzere diğer bölgesel (Kafkasya ve Balkanlar) çatışmalar ve istikrarsızlıkların kısa zamanda ortaya çıkışı bu tartışmaları iki taraf açısından da bitirdi. Hatta Türkiye’nin bu yeni uluslararası ve bölgesel ortamda önemi daha da arttı ve Batı ittifakı açısından Türkiye çevre iken merkez ülke haline geldi.
Bu yeni dönemde, 1990’lı yılların başlarından itibaren Türkiye’de genellikle hem iç hem de dış politika unsuru olarak üç seçenek üzerinde tartışmalar yürütüldü. Bir başka ifadeyle, Türkiye yüz yıl sonra yine “üç tarz-ı siyaset”i tartışmaya başladı: AB seçeneği, Osmanlı hinterlandı ya da İslam seçeneği, Avrasya seçeneği.
Bunların üçü de aslında 1990’larda çeşitli girişimlerle denendi. Ancak, kabul etmeliyiz ki ikinci ve üçüncü seçeneklerle ilgili girişimler çeşitli (coğrafî, iktisadî, siyasî) sebeplerle ya başarısız kaldı ya da fazla bir başarı gösteremedi. Şüphesiz bu sebepleri araştırmak bile önümüze yeni ufuklar açacak ve ileride yapacağımız tartışmaları daha anlamlı hale getirecektir. Örneğin, muazzam potansiyele sahip olmalarına rağmen, Karadeniz İşbirliği Teşkilatı ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın niçin başarısız kaldığını araştırmak bu bakımdan bir ilk adım olarak görülebilir.
Bu başarısızlıkta coğrafî, iktisadî ve siyasî sebeplerin yanında hiç şüphesiz stratejik sebepler de rol oynamıştır. Yukarıda Türk dış politikasının tarihsel analizini yaparken de vurgulamaya çalıştığım gibi, Türkiye’nin Rusya ve Sovyetler Birliği karşısında duyduğu güvenlik endişesi, yönünü daima Batı’ya çevirmesine neden olmuştur. Rusya ile iyi ilişkiler geliştirilen dönemlerde bile (Abdülhamit ve Atatürk dönemleri gibi) bu güvenlik endişesi giderilememiştir. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin bölgesel açılımları bile kendi çıkarlarından çok ABD’nin çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Şimdi Rusya/Sovyetler Birliği faktörünün olmadığı bir ortamda tabii ki bütün dış politika tercihleri daha sağlıklı bir zeminde tartışılmalıdır. Önümüzdeki tercihlerin kısa vadede başarı şansı zayıf gözükmekle birlikte bu durum bizi alternatif tercihler konusunda çalışmaktan ve düşünmekten alıkoymamalıdır. Unutmayalım ki Akçura’nın kafasında cevabını veremediği sorular “Üç Tarz-ı Siyaset” denemesinin yazılışından yirmi sene sonra cevabını buldu. Aynı şekilde, önümüzdeki yirmi yılda bölgemizin tarih ve coğrafya bakımından hükmünü nasıl yürüteceğini bilemediğimize göre, “üç tarz-ı siyaset”i sıfır-toplamlı bir oyun (yani bir tercihin kazanıp, diğerlerinin kaybedeceği) olarak görmeyip, her üçünün de dikkate alındığı, alternatifli bir dış politika izlemek en akılcı yoldur.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR