İSRAİL’İN Lübnan’a yönelik yoğun saldırıları her gün onlarca sivilin canını alırken, bütün dünya bölgeye seyirci kaldı. Birkaç kez bir araya gelen Avrupalı ülkeler veya Birleşmiş Milletler’e bağlı inisiyatifler, bırakın İsrail’in sivillere yönelik ölçüsüz şiddetine karşı bir kınama kararını, bu saldırıları durdurmaya dönük bir ateşkes çağrısını bile çıkaramadı. En son Roma’da toplanan Avrupalı ülkeler, sonradan anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye’nin ısrarları sonucunda sivillere yönelik saldırıların durdurulmasını isteyen bir ifadeyi sonuç metnine koyabildiler. Bütün dünyada nefretle karşılanan Kana katliamı için bile bir kınama çıkarılamadı. Özetle, saldırılar devam ederken yapılan tüm ateşkes girişimleri, ABD ve İsrail’in planlarındaki ısrarları nedeniyle sonuçsuz kaldı.
İsrail’in ABD’den güçlü bir destek, hatta teşvik alarak sürdürdüğü ölçüsüz ve kural tanımaz saldırıları ancak Hizbullah’ın direnişi durdurabildi. Bu direnişin her geçen gün İsrail’e daha fazla zarar vereceği anlaşıldığında, İsrail’in tavrı ve savaşın seyri değişti. İsrail, bu savaştan bir mağlubiyet hükmü ilan ettirmeden çekilmenin yollarını aramaya başladı. BM Barış Gücü’nün Lübnan’a konuşlandırılması, bu çekilmedeki mağlubiyet hükmünü kamufle etmeye yarayacaktı.
BM Barış Gücü’nün gerçekte kimin işine yaracağı Türkiye’de de çetin bir tartışma konusu oldu. BM’nin ateşkesi sağlayan ve Barış Gücü konuşlandırılmasını düzenleyen 1701 sayılı kararı hiçbir şekilde böyle bir ifade içermediği halde, bu gücün tek misyonunun Hizbullah’ı silahsızlandırmak olduğunda ısrar edildi ve bu nedenle Türkiye’nin Barış Gücü’ne katkıda bulunmasına muhalefet edildi. Oysa Hizbullah bile 1701 sayılı karar metnine güvenerek, Barış Gücü’nün kendisini silahsızlandırmak gibi bir misyon üstleneceği endişesini asla taşımadı. Hizbullah’ın ruhani lideri Fadlallah, bu Barış Gücü’nün amacının olsa olsa “İsrail’in herhangi bir saldırısına karşı Lübnan’ın sınırlarını korumak ve Lübnan içinde huzuru sağlamak” olduğunu belirtti. Başka bir ifadeyle Hizbullah’ın Barış Gücü’nden beklentisi, İsrail ve Lübnan arasında tampon bir güç olması, yani İsrail’in tekrar Lübnan’a saldırması ihtimaline karşı, Lübnan halkını korumasıdır.
Fadlallah’ın da dediği gibi, Lübnan ve İsrail arasındaki bütün çatışmalarda saldıran taraf hep İsrail oldu. Dolayısıyla Barış Gücü eğer ‘barış’ı koruyacaksa asıl çatışma ihtimali olan taraf -her ne kadar Barış Gücü’nün böyle bir çatışmayı göze alması beklenmese de- İsrail’dir. Öte yandan, Barış Gücü’ne gerçekten de Hizbullah’ı silahsızlandırmak veya etkisiz hale getirmek gibi bir görev verilmesini beklemek saçma olur. İsrail’in yapamadığını, her biri çatışma riski konusunda büyük çekincelere sahip, görevi en küçük sıyrıklara bile maruz kalmadan tamamlamaktan başka bir şey düşünmeyen ülkelerin katılımıyla sağlanmış bir Barış Gücü’nün yapabileceğini herhalde İsrail bile beklemez. Bu durumda Barış Gücü’nün, fiili bir etkisi veya katkısından ziyade, ancak sembolik bir anlamının olacağını söyleyebiliriz.
Barış Gücü’nün Lübnan’a konuşlandırılması her şeyden önce BM için, kendi meşruiyetini restore etmenin bir yoludur. Daha önce Irak işgalinde etkisiz hale getirilen, İsrail saldırıları esnasında ise tamamen devre dışı bırakılan Barış Gücü’nün bu yolla tekrar işlevselleştirilmesi söz konusudur. Savaş esnasında İsrail’in bir saldırısında 4 elemanı öldürülen BM, bu olayı kınayamamıştı bile. BM’nin bir uluslararası kurum olarak bu kadar çok etkisizleştirilmesi dünya düzeni açısından tehlikeli bir boşluk doğuruyor. Her ne kadar çok büyük ölçüde ABD’nin güdümündeyse de, bu kurumun varlığına, kuşkusuz daha demokratikleşmesi zorunluluğuyla birlikte, şiddetle ihtiyaç var. Unutmayalım ki, Türkiye’nin savaş sürerken yürüttüğü ve özellikle İslam dünyasında takdirle karşılanan diplomatik çabalarının büyük çoğunluğu, bu kurumu daha etkili çalışmaya davet etmekten ibaretti. Sonuçta İsrail’in bir yenilgi görüntüsü vermeden geri çekilme arayışlarında bulunabildiği adres de, yine savaş esnasında uyarılarına kayıtsız kaldığı BM oldu.
Doğrusu Türkiye’nin alacağı kararda Barış Gücü’ne katılma konusundaki gerekçesi, dolayısıyla niyeti belirleyici olmalıydı. Türkiye’nin katılım gerekçesi bir koyup beş almaksa tabii ki buna şiddetle muhalefet etmek gerekirdi. Ama ne hükümet ne de muhalifler Türkiye’nin Lübnan’da niçin bulunmaması gerektiğine dair dişe dokunur bir gerekçe ileri sürebildi. İfade edilen gerekçeler Türkiye’yi siyaset melekesi olmayan, hatta olmaması gereken bir aktör olarak resmetmekten öteye gitmedi. Oysa Lübnan’da İsrail saldırılarının başladığı andan itibaren, içinde Türkiye’nin yer aldığı inisiyatifler, onun barış sonrasında orada bulunmasını kaçınılmaz hale getirdi. Belki de başka hiçbir gerekçe veya beklentiye takılıp kalmaya gerek yok: Türkiye, ateşkesin sağlanması ve İsrail saldırılarının kınanması yönünde en yoğun çalışma yapan ülke oldu.
İşin özü, Türkiye kendi çabalarının bu kadar etkili olduğu bir sürecin doğal sonucu olan yükümlülüklerden kaçamazdı. Barış Gücü’nün kendisinin sembolikten öte bir anlamının olmayacağını herkes biliyor ve yıllardır bu gücün küçük bir birimi yine son derece etkisiz bir unsur olarak Lübnan’da zaten bulunuyor. Sembolik bir güce sembolik anlamları olan aktörlerin katılımı beklenir.
Uluslararası ilişkilerin biraz sosyal ilişkileri andırdığı söylenebilir. Hiçbir beklenti veya çıkar olmazsa bile sosyal ilişkilerin, statülerin veya rollerin gereğini yerine getirmekten geri durulamaz. Dolayısıyla asosyal bir ülke kimliğine sahip olmayan Türkiye, beynelmilel bir barış gücünün dışında kalmak için mazeret bulamazdı. Çünkü gelinen noktada Lübnan’a gitmemiş bir Türkiye’yi herkesin gözleri arardı.
Paylaş
Tavsiye Et