TÜRKİYE’DE devletin din politikası Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana planlandığı gibi gitmiş olsaydı bugün bundan en çok şikayet eden kim olurdu acaba? Aleviler mi Sünniler mi? Müslümanlar mı gayrimüslimler mi? Bu soruya verilecek cevaptan önce tabii ki devletin ne planlamış olduğunu hatırlamak gerek. Laiklik Türkiye’de, Avrupa’da olduğu gibi bazı çatışmaları bitirmek, din savaşlarını veya ihtilaflarını bir sonuca bağlamak üzere bir çözüm olarak gelmedi. Aksine hiçbir derin din kavgasının bulunmadığı Türkiye’de laiklik, toplumu Batılı bir hayat tarzına alıştırmak, insanların gündelik veya siyasi-toplumsal hayatlarında dinin görünürlüğünü alabildiğine azaltmak üzere bir dönüştürücü-eğitici mekanizma olarak ithal edildi. Bu yönüyle laiklik, ihtilafları halleden, kavgayı sonlandıran bir çözüm olmaktan ziyade kendisi ihtilaf, sorun ve gerilim üreten bir unsur oldu. Arka arkaya alınan tedbirat ve tanzimat ile Müslümanların günlük hayatı gayrimüslim bir hayatın hizasına başarıyla çekildi. Bu esnada gayrimüslim hayatlar da, Müslümanlardan çok daha az olsa da, bir miktar tanzimata maruz kalmış olabilir.
Cumhuriyet, laikliği eksene alan politikalarına rağmen Lozan’da varılan mutabakat neticesinde, bir bakıma Anadolu’nun daha da Müslümanlaştırılmasını sağlayan bir sürecin adı oldu. Savaş öncesinde %30’ları bulan gayrimüslimlerin oranı bu mübadele sonucunda %1’e kadar düştü. Buna rağmen laiklik ilkesinin bu mübadelenin tamamlanmış olduğu bir zamandan sonra benimsenmiş ve Müslüman hayatlar ile gayrimüslim hayatlar arasında bir eşitliği, bir tesviyeyi öngörmüş olmasını anlamlandırabilmek zordur. Öncelikle Lozan’daki talepler neticesinde çerçevesi şekillenen laiklik kuşkusuz Türkiye’deki gayrimüslim azınlığı korumayı gözetmiş olabilir. Ancak fiilen laiklik politikalarının asıl büyük işlevini, Türkiye’deki Müslüman unsurlar arasında yeni bir ilişki düzeninin ikamesini sağlayarak deruhte etmiş olduğunu söylemek mümkün. Nitekim bugün devletin tarafsızlığı ilkesi olarak laiklik, farklı dinlere mensup insanlar arasındaki ihtilaflardan çok, Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda hatırlanabilen bir şey.
Ancak laikliğin tarafsız bir yönetim tarzı olarak işlevini yerine getirebileceği noktaya yeni gelmiş bulunuyoruz. Alevilik tartışmaları bu yüzden Türkiye’de devletin laik çerçevesinin toplumun gerçek dinamikleriyle çizilebileceği ilk referans noktasını oluşturuyor denilebilir. Laiklik, halkı eğitmek, Batılı bir kül-
tür doğrultusunda dönüştürmek gibi aslında hiç de üzerine vazife olmayan bir zait misyondan, belki ilk defa bu sayede kendine görev üreten bir duruma denk düşebiliyor. Bugün artık gerçekten dinsel anlamda ihtilaf eden taraflar var ve bu taraflar arasında bir tarafsızlık konumunu bulup işaret etmek laiklik tartışmaları için bir ilerleme sayılır.
Yine de bu noktaya gelmekte, yani farklı dinsel konumların oluşmasında mevcut laiklik politikalarının çok önemli bir rol oynamış olduğunu da tekrar hatırlamakta fayda var. Bu politikalar belki bugünkü şekliyle Aleviliği şekillendirmiş olan politikalar. Açıkçası, bugün asimilasyona karşı büyük bir duyarlılık sergileyen Alevilerin söz konusu laiklik politikaları yüzünden zaten büyük bir dönüşümden geçmiş olduklarını ve hiçbirinin örneğin 19. yüzyılın sonlarındaki hallerini koruyamadığını görmeleri gerekir. Gerçekten de Cumhuriyet yönetimi toplumun bütün kesimlerini tesviye etme hedefini, Sünnilerle Alevileri toplumsal hayatta aynı görünümde birleştirerek sağlamaya çalıştı. Tekke ve zaviyelerin kapatılması sadece Sünni kesimi örgütsüz, kurumsuz bırakarak gündelik hayatında dinden tamamen arınmış bir durum yaratmadı; bunun sonuçları belki daha ağır bir biçimde Aleviliği de etkiledi. Fark şuydu: Sünni kesimde başından itibaren bu uygulamaları içine sindiremeyip sürekli kendi varlığını, örgütlülüğünü arayan kesimler var olduğu halde, Alevi kesim devletin bu politikalarına ciddi bir itirazda bulunmadı; siyasi hayatın laikleşmesinden ziyade toplumsal hayatın laikleşmesini gözeten sürece büyük bir destek de verdi. Bu destek, Alevi kesimi asıl dönüştüren, değiştiren, kültürel havzasından ayıran büyük kopuşun da zeminini oluşturdu.
Bugün bir “kültürel hatırlama” veya “yeniden-inşa”, hatta “yeni bir kimlik iddiası” olarak gündeme gelen Aleviliğin, siyasetin de ilgisini celp ediyor olması ise çok doğal. Bu, aslında bir yandan Alevi hareketinin başarısı olarak da değerlendirilmeli. Ancak bu esnada her türlü ilgiyi bir asimilasyon niyeti töhmeti altında bırakmadan önce, Aleviliğin asıl büyük asimilasyona bizzat kendi elleriyle, “halkı eğiten bir proje olarak laikliğe” verdiği destek yoluyla katılmış olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü seksenli yılların başlarına kadar Aleviler, din konusundaki tutumu ateizmden ileri gidemeyen sol hareketin en önemli beşeri sermayesini oluşturdu. Bu esnada bırakınız din veya Alevilik adına herhangi bir şey talep etmeyi, her türlü dinsel görünümü örtbas edip bastırmaktan başka bir din politikası olmadı sözü geçen kadrolarının. Aleviler bu zamana kadar Alevilik adına devletten hemen hiçbir şey talep etmediler. Kendi tekkelerinin, ocaklarının, varsa cemevlerinin kapatılmasına hiçbir ciddi itirazları olmadığı gibi, bunların el altından da olsa diğer Sünni tarikatlarda olduğu gibi faaliyetlerini sürdürme yollarını da aramadılar. En azından bu konuda, belki altmışlı yıllardaki bazı dernekleşmeler dışında, kayda değer bir çabaya rastlanmıyor.
Bu politikalar hiç kuşkusuz Aleviliği dönüştürüp asimile edeceği kadar etti. O kadar ki bugün ortaya çıkan Alevi kimliğinin her şeyden önce bir otantiklik sorunu olacaktır ve bu sorunun olduğu bir yerde ilgili ilgisiz herkesin tartışmaya katılması kadar doğal bir şey yoktur. Otantik bir Aleviliğin dinsel gereklerinin ne olduğu konusunda bu şartlarda bir mutabakatın oluşması tabii ki kolay değil.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Alevilerin benimsediği ve desteklediği devlet politikaları, başta tam da Sünni-örgütlü dinin, devletin kontrolü altına alınması, bastırılması gibi bir amacı gözettiği halde, zamanla Sünni kesim lehine bazı avantajlar oluşturdu. Bu politikaların bir parçası Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açık tutulması ve bir kitabi temele dayanmasıydı. Aleviliğin daha ziyade şifahi bir kültüre dayanıyor olması, bu yeni dönemde kendi özelliklerini koruyarak var kalabilmesini engelledi; yanı sıra, Diyanet’in kitabi kültürüne de yabancı kalmasına, böylece daha önce hiç olmadığı kadar Sünni kesimle uzaklaşmasına yol açtı. Çünkü neresinden bakarsanız bakın, Osmanlı’nın son zamanlarına kadar, yaşanan bütün sorunlara rağmen, Alevilikle Sünnilik arasındaki kültürel, toplumsal ve hatta siyasi geçişlilik ve diyalog Cumhuriyet dönemindekinden daha fazlaydı. Buna tabii ki kentleşme ve modernleşmenin farklı kültürler üzerindeki etkisinin paylarını da katmak gerekir.
Bugün Aleviler adına konuşanlar genellikle devletin Diyanet üzerinden uyguladığı din politikasını, Alevileri görmezden gelen, onları Sünnileştirmeye çalışan, Sünnileri kayıran yanlarından dolayı haklı olarak eleştiriyor. Bu eleştirilerin bir kısmı Aleviliğin Diyanet’te temsil edilmesini veya devletin kendi farklılıklarını tanımasını ve bu farkla kendilerine adil bir biçimde destek olmasını talep ediyor. Bazıları da tuhaf bir biçimde kimlikle ilgili iddialarını, devletten Alevilikle ilgili herhangi bir dinsel talepte bulunmak yerine ‘Sünni’ addettikleri İslami hayat tarzına kökten bir muhalefet şeklinde ifade ediyor. Kendi kimliğinin tanınmasını, cemevlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmesini, devletin vergilerinden adil bir pay almayı, Alevilere zorunlu din eğitiminin verilmemesini talep ederken, aynı anda başörtüsüne yasağın devamını, din eğitiminin kısıtlanmasını da isteyebiliyorlar. Hakları bir tür sıfır-toplamlı oyun gibi algılayan bu yaklaşımları baz alarak bir vatandaşlık hukuku tartışmasını sürdürmenin tabii ki bir yolu yok. Zira bir kesime bir hakkın verilmesi için bunun başkasından alınması gerekmiyor.
AKP’nin Alevilikle ilgili açılımı, belki bir nebze bu partinin devletin din politikası konusundaki yaklaşım farkına bağlanabilir; ancak önemli bir yanı da artık küresel bir nitelik arz eden vatandaşlık kavramının yine standartlaşan bir içeriğe kavuşmasıyla ilgili. Türkiye din-devlet ilişkileri, vatandaşlık tanımı ve uygulamaları konusunda dünyanın daha fazla gerisinde kalamaz. Bu standartları yakalama çabaları bugün Alevilerle veya diğer bütün dinî veya kültürel gruplarla diyaloğu gerektiriyor. Alevilerle ilgili yapılacak açılımın onları asimile etme maksatlı olması, doğrusu çok ucuz ve hiçbir faydası olmayan bir girişim olur. Zira ilk olarak, Alevilerin ve aslında Sünnilerin de yaşamış olduğu değişimin asimilasyon kaygısını anlamsızlaştırdığı gerçeği orta yerde duruyor. İkincisi de Alevilikle ilgili kimlik iddialarının karşılanma biçimi artık otantik bir Aleviliğin tanınması olarak değil, toplumun yeni bir dinamiğinin anlaşılıp tanınmasıyla ilgili bir sorun çözme, siyaset üretme modeli olarak gelişecektir. Bir bakıma Aleviliğe yönelik politika dünyada gelişen yeni toplumsal dinamiklerin siyasal karşılığını bulma noktasında Türkiye’nin önemli sınav konularından birisi haline gelecektir. Alevilerin devletle bu yeni randevusu bu yüzden Alevilerle sınırlı kalmayacak; bütün ülkenin vatandaşlık çıtasını yükseltecek bir katılıma da açık olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et