ERGENEKON davası, iddianamenin kabulüyle beraber gündemin ana konusu haline geldi. Sonbahardaki duruşma tarihinde yaşanacak bağ bozumunun büyüklüğü şimdiden bilinemese de, davanın yaz hasadı ümit vaat ediyor. İddianamede yer alan bilgiler, medyaya aksetmeye başladı. Özellikle eklerde yer alan bilgilerin de kamuoyuna mal olmasıyla beraber, yaz günlerinin sıcağında ciddi bir bilgi sağanağı yaşandı. Diğer yandan iddianamenin henüz tamamlanmamış olması ve soruşturmanın devam etmesi, Ergenekon’da küçükten büyüğe gidilebilir umudunu yaratıyor. JİTEM deyince akla Veli Küçük’ten sonra gelen isim olan emekli Albay Arif Doğan’ın gözaltına alınarak tutuklanması, Türkiye’yi yakın tarihiyle hesaplaşmaya götürüyor.
Yine Susurluk skandalının baş aktörlerinden eski Özel Harekât Dairesi Başkanı İbrahim Şahin’in vaktiyle kendisinden eğitim aldığını ifşa ettiği Ergenekon’un kilit sanıklarından emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin’e sahip çıkması hafızaları tazeledi. Ergenekoncuların, müflis tüccarın eski defterleri karıştırması gibi, 28 Şubat sürecinde kullandıkları birtakım figürleri yeniden tedavüle sokmaya çalıştığı da anlaşılıyor. Transseksüel Sisi’nin “Cumhuriyet Kadınları” defilesiyle kamuoyu oluşturma çabasının yanında, sahte şeyh Ali Kalkancı’nın gündeme getirilme çabası da basında deşifre edildi. İncil’de yer alan “Eski günahların gölgesi uzun olur” ifadesi burada da hükmünü icra ediyor.
Danıştay baskını, Hrant Dink’in katledilmesi ve Malatya’daki Zirve Yayınevikatliamının Ergenekon’la ilişkilendirilmesi dava dosyalarına da girdi. Misyonerler hakkında Ege ordusu istihbaratının hazırladığı raporda bahsi geçen yer ve isimlere yönelik saldırıların artması artık kamuoyunu şaşırtacak bilgiler sınıfından çıktı. Bu gelişmeler yaşandıkça Ergenekon’un güvenlik kuvvetlerinin yanında yargıya da ne ölçüde sızdığını şaşırtıcı bilgi, belge ve ilişkilerle görmeye başlıyoruz. Bu bağlamda Adalet Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga’nın, görevden alındıktan sonra Veli Küçük ve Orgeneral Hurşit Tolon ile yakın ilişkilerinin meydana çıkması manidar.
Keza YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğulları etrafında gelişen tartışmaların da not edilmesi gerekiyor. Son olarak bu tabloya, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün eşi Ferda Paksüt’ün, Ergenekon’un kaçak sanıklarından AK Parti eski milletvekili Turhan Çömez ile AK Parti’nin kapatılma davasıyla ilgili konuşmaları nedeniyle şüpheli sıfatıyla soruşturmaya dâhil edilmesini eklemeliyiz.
Ergenekon davasının yarattığı kutuplaşma, birçok kesimin içinde de ciddi ayrışma ve tahribat yaratmış durumda. Bu gelişmenin en dramatik etkileri Türk ve Kürt solunda yaşandı. CHP ve İşçi Partisi dışında yer alan sosyalist hareketin gittikçe marjinalleşen ve gerçeklikten kopan haleti ruhiyesi, Ergenekon davası karşısında üçüncü yol arayışına girmeleriyle tamamen iflas etti. Sosyalist solun, Birikim dergisinin ifadesiyle seçim bozgunlarından sonra, artık giderek bir zatiyet olma vasfını kaybettiği görülüyor. Hele sol kökenli ancak liberal demokrasiyi hazmetmiş Taraf gazetesinin varlığı, sosyalist solun nobranlığını daha da netleştiriyor.
Kürt solu, yani esas itibarıyla DTP ve PKK’ya yakın çevrelerin durumu da, bu bakımdan bir kırılmaya işaret ediyor. DTP içinde Ahmet Türk’ün öncülüğünü yaptığı gerçekçi ve uzlaşmacı kanat, artık şiddeti destekleyen kanada karşı daha açık tavır alabiliyor. Ergenekoncular ile PKK çizgisindeki şahinlerin ilişkileri hakkındaki şaibelerin bu kadar net dile getirilmesi de şiddet taraftarlarını köşeye sıkıştırıyor. Ergenekon ve PKK’nın aynı anda üzerine gidilmesine tepki amaçlı eylemlerin de birbirine karışması, kamuoyunu bu kesimleri beraber mahkûm etmeye sevk ediyor.
Bu tartışmalar yaşanırken, ilahî bir tesadüfle Dev-Sol ve sonraki adıyla DHKP-C’nin lideri Dursun Karataş’ın ölmesi, solun şiddetle ilişkisi yanında Karataş’ın şahsında bu örgütün şaibeli eylem çizgisini de hatırlattı. Özdemir Sabancı cinayetinde Abdullah Çatlı ve DHKP-C ekibinin işbirliği iddiaları ile Çatlı’nın soldaki muadilinin Dev-Sol’un liderlerinden Paşa Güven ve Dursun Karataş olduğu iddiaları yeniden gündeme geldi.
Ergenekon’daki önemli gelişmelerden biri de, Eskişehir’deki cephanelik ve belgelerle anılan eski Özel Harp Binbaşısı Fikret Emek’in Seferberlik Tetkik Kurulu ile ilişkisinin ortaya çıkmasıydı. Bu ipucu üzerinden gidilebilirse, Ergenekon Terör Örgütü’nün çözülmesi ve tasfiyesi kolaylaşabilir.
Geçtiğimiz yıl yaşanan Dağlıca’daki taburun PKK baskınına uğraması hadisesinin de Ergenekon dosyasına girmesi önemliydi. Dağlıca baskını hakkında istihbarat olmasına rağmen tedbir almayan üst düzey komutanlara soruşturma açılmazken, esir düşen askerlerin ağır ithamlarla yargılanması kamuoyunda tepkiye neden olmuştu. Ancak Dağlıca Tabur Komutanı Yarbay Onur Dirik’in Ergenekon’un bayan sanıklarından birine, birliğinin konumunu gösteren fotoğraflar ve bazı mail gruplarına da Veli Küçük’ü destekleyen mesajlar gönderdiği iddiaları geçtiğimiz aylarda Taraf’ta yayınlandı. Bu bilgilerin Ergenekon dosyasına dâhil edilmesi Dağlıca davasını yeni bir mecraya soktu. Dağlıca baskını, Kuzey Irak harekâtları öncesinde, Danıştay baskını kadar önemli bir kırılma noktası olarak tarihe geçti.
Soruşturma ilerledikçe birtakım başka emekli askerlerin ismi de daha çok duyulmaya başlandı. Bunlardan en kayda değer isim olan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli Orgeneral Hikmet Köksal’ın, asayiş bölge komutanlığından itibaren Veli Küçük ile ilişkisinin olduğu anlaşılıyor. Köksal, 28 Şubat sürecinde Çevik Bir kadar ön plana çıkmasa da, Sincan’da tank yürütmek gibi “eylem koyan” bir isim. Hatta 28 Şubat’ın başarılı olması halinde, Köksal’ın cumhurbaşkanı olacağı ifade ediliyor. Kontrgerillanın en az terörizm kadar entelektüel bir iş olduğunu söyleyen ve kontrgerilla harbinin kitabını yazacak kadar konuya vâkıf olan Köksal’ın bu kadar zaman arka planda kalarak korunması da dikkat çekici. Köksal, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk örgütlendiği, Yakup Cemil ve Deli Halid Paşa gibi kritik isimlerin görev yaptığı Artvin Melo Hudut Taburu’nun mevzilendiği köyden bir babanın oğlu. Bu da meseleyi daha ilginç hale getiriyor.
Yüksek Askeri Şura’nın Ağustos toplantısının beklentilerin aksine sakin geçmesi ve Şura’dan ihraç kararı çıkmaması da dikkat çekiciydi. Konuyu sadece irticai faaliyetlerle ilişkili düşünmek eksik olacaktır. Böyle bir yolun açılması halinde Ergenekon davasında ismi geçen muvazzaf askerlerin konumunun da tartışma konusu olması kaçınılmazdı. Ordunun büyük bir bürokratik kurum olarak bu meselede açıkça taraf olmak istemediği ve ağır davranmayı tercih ettiği anlaşılıyor. Ancak ismi geçen kişilerin yaklaşık yirmi yıldır, bütün şikâyetlere rağmen ceza almaması ve tasfiye edilmemesi, orduyu yıpratan bir sürece dönüşüyor. Ordunun şimdilik zımnen desteklediği Ergenekon davasında muvazzaflarla ilgili ne yapacağı önümüzdeki dönemin temel tartışma konularından birini teşkil edecektir.
Paylaş
Tavsiye Et