Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Altını cama değişen münzevi derviş
Faruk Deniz
MUS­TA­FA Özel yıl­lar ön­ce “Oto­büs­te­ki Bil­ge: Ce­mil Me­riç” baş­lık­lı ya­zı­sın­da, “Ce­mil Me­riç öl­dü ve unu­tul­du. Bu ka­da­rı­nı hak et­me­miş­ti.” di­ye yaz­mış­tı. Bu ke­sif, çar­pı­cı ve si­tem do­lu ifa­de­ler ka­le­me alın­dı­ğı sı­ra­lar­da, ben Ce­mil Me­riç ile ta­nı­şa­lı bir yıl ol­muş­tu. Ko­zak­lı Li­se­si pan­si­yo­nun­da bir ar­ka­da­şım­la bir­lik­te Bu Ül­ke’yi oku­muş­tuk. Coş­ku­lu di­li, ber­rak üs­lu­bu, ge­niş te­ces­sü­sü ve o za­man­lar çok an­la­ma­sak da te­fek­kü­re çağ­rı­sı genç di­mağ­la­rı­mı­zı esir et­miş­ti. Di­ğer ki­tap­la­rı­na ulaş­mam için üni­ver­si­te yıl­la­rı­nı bek­le­mem ge­re­ke­cek­ti. Üni­ver­si­te yıl­la­rın­da fark et­ti­ğim ilk şey, Ce­mil Me­riç’in be­nim de için­de bu­lun­du­ğum ne­sil üze­rin­de­ki de­rin et­ki­si ol­muş­tu. De­mek ki o kü­çük ya­tak­ha­ne­de yal­nız de­ğil­mi­şiz. Za­man­la an­la­dım ki, Ce­mil Me­riç esir et­ti­ği o genç di­mağ­la­rı bü­yüt­müş ve şah­si­yet­le­ri­nin te­şek­kü­lün­de mü­him bir rol oy­na­mış­tı.
Ce­mil Me­riç Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu’nun son­la­rı­na doğ­ru doğ­muş­tu. Cum­hu­ri­yet’ten bü­yük­tü. Par­ça­lan­mış­lı­ğın, el­den yi­tip git­me­nin ne de­mek ol­du­ğu­nu ru­hu­nun de­rin­lik­le­rin­de ya­şa­dı. Tan­pı­nar’ın “ten­ki­din, bir yı­ğın in­kâ­rın, tek­rar ka­bul ve red­din, ümit ve hül­ya­nın ve za­man za­man da ger­çek he­sa­bın ik­li­min­de ya­şa­dı­ğı­mız” di­ye ta­rif et­ti­ği bir ma­ce­ra­ya şa­hit­lik et­ti. Bu an­lam­da Me­riç, Tür­ki­ye’nin öte­den be­ri ya­şa­dı­ğı acı ve sert tec­rü­be­le­rin için­den ge­li­yor­du. Bun­dan do­la­yı ten­kit­le­ri, teş­his­le­ri, kı­yas­la­rı sert ve acıy­dı ço­ğu ke­re. Mua­rız­la­rı­nın mu­vâ­ce­he­si­ne yü­rür­ken acı­ma­sız­dı. Me­riç, il­min ve ir­fa­nın iz­ze­ti­ni ayak­lar al­tı­na alan ya da ona göl­ge dü­şü­ren her­ke­se mua­rız­dı.
Tür­ki­ye’nin acı ve sert tec­rü­be­le­ri ay­nı za­man­da ye­ni­leş­me ça­ba­la­rı­mı­zın da bir ta­ri­hi­dir. Bu ça­ba prag­ma­tiz­mi il­ke ola­rak be­nim­ser. Ace­le­ci­dir. Tek­nik ve gü­ce ne­re­dey­se bir kut­si­yet bi­çer. İn­san ve te­fek­kür de­ğil, ey­lem mer­kez­li­dir. Bu ne­den­le de sü­rüp gi­den bu ta­ri­hî tec­rü­be­mi­zin en te­mel hu­su­si­ye­ti me­ka­nik­li­ği­dir. Ce­mil Me­riç bü­tün bun­la­rın far­kın­da ola­rak fe­la­ke­ti­mi­zin kay­na­ğı­nı kül­tür ve ir­fan yok­lu­ğun­da bu­lu­yor­du. Bel­ki de bu tec­rü­be­yi yok say­ma­lıy­dık. Tec­rü­be ona gö­re, ba­ya­ğı­lı­ğa alış­mak ve ba­ya­ğı­laş­mak­tı. Ye­nik düş­müş bir me­de­ni­ye­tin ço­cuk­la­rı­nın ye­nil­miş­lik psi­ko­lo­ji­si­ne bu ka­dar ka­pıl­ma­la­rı­nın se­be­bi bu mu aca­ba? Müp­te­zel olan her şe­ye düş­man­dı; ama acır­dı da: “(…) gün­de­li­ğe, bayağıya, alı­şıl­mı­şa ta­kı­lıp ka­lan bir dik­kat ne ka­dar za­val­lı.” di­yor­du. Hal­bu­ki bir top­lu­mu aya­ğa kal­dı­ra­cak olan şey hür, asil ve na­mus­lu te­fek­kür­dü. Fa­kat söz ko­nu­su top­lum olun­ca dik­ka­ti el­den bı­rak­ma­mak ge­re­ki­yor­du: “Ka­de­ri­mi­zi çi­zen top­lum, ona tes­lim olun­ca yo­kuz, de­niz­de­ki her­han­gi bir dal­ga­yız ar­tık.” Bu se­bep­le ev­le­vi­yet­le kü­tüp­ha­ne­le­re ih­ti­yaç var­dı. Ba­ya­ğı­lar bu ma­be­de gi­re­mez­ler­di çün­kü.
İl­me, ir­fa­na asa­le­ti­ni ye­ni­den ka­zan­dır­ma ça­ba­sın­day­dı. Bu­nun da an­cak ken­di­ne dön­mek ya­ni fil­di­şi ku­le­ye çe­kil­mek ile müm­kün ol­du­ğu­na inan­mış­tı. Dü­şün­ce çığ­lık ile bağ­daş­maz­dı. Bir me­se­le­yi is­pat et­me pe­şin­de de­ğil­di, sa­de­ce de­rin­leş­tir­mek ar­zu­sun­day­dı. Me­tin­le­ri ara­sın­da­ki te­na­kuz­la­rı da böy­le yo­rum­la­mak la­zım. Mün­ze­vi bir der­viş­ti. Kalp ve vic­dan ada­mıy­dı. Me­se­le­le­ri mü­ta­la­a eder­ken kal­bî ve vic­da­nî ola­nı esas al­ma­ya ça­lı­şır­dı. Tek ba­şı­na yü­rü­dü ve mün­ze­vi bir ha­yat dol­dur­du. İd­ra­ki­mi­ze giy­di­ri­len de­li göm­le­ği an­cak bu şe­kil­de çı­ka­rı­la­bi­lir­di. En önem­li hu­su­si­ye­ti ya­lın ol­ma­ya ce­sa­ret et­me­siy­di. Da­ha­sı ha­ya­tın bü­tün mız­mız­la­rın­dan sıy­rıl­ma­sıy­dı. Ka­til ve la­net­li al­tı­na kar­şın, ca­mı yü­celt­me­si bun­dan­dı: “Al­tın­la­rı­nı cam kar­şı­lı­ğı da­ğı­tan Kı­zıl­de­ri­li­yi hiç­bir za­man gü­lünç bul­ma­dım. Cam, al­tın­dan da­ha asil. İs­ra­il pey­gam­ber­le­rin­den be­ri lâ­net­len­miş bir ma­den, al­tın. Adı ta­ri­hin bü­tün ci­na­yet­le­ri­ne ka­rış­mış. Pıh­tı­laş­mış kan, in­san ka­nı. Cam gü­zel, çün­kü kir­li bir ma­zi­si yok. Cam gü­zel, çün­kü kal­bi var, kı­rı­lı­ve­rir.” Bu sa­tır­lar Me­riç’in güç ve gös­te­ri­şe kar­şı­lık ba­sit­lik ve sa­de­li­ği ter­cih et­ti­ği­nin bir ni­şa­ne­si. Ter­ci­hi, ka­lı­cı olan­dan ya­na de­ğil, fa­ni olan­dan ya­na. Ba­sit ola­nın in­ce­li­ği­ne ve ih­ti­şa­mı­na gü­ve­ni­yor­du. Bit­mez, tü­ken­mez bir ça­lış­ma az­mi var­dı, ama bu tûl-i emel de­ğil­di. Tûl-i eme­lin in­san­lı­ğın fe­la­ke­ti­ne yol aça­ca­ğı­na ina­nı­yor­du.
Ce­mil Me­riç, “bir ada­mı ta­nı­mak için dü­şün­ce­le­ri­ni, acı­la­rı­nı, he­ye­can­la­rı­nı” bil­mek la­zım gel­di­ği­ni ih­tar edi­yor­du. Bu­na za­af­la­rı­nı, te­zat­la­rı­nı, aşı­rı­lık­la­rı­nı, hu­zur­suz­luk­la­rı­nı da ila­ve et­mek ge­re­kir. Üs­ta­dın bu ila­ve­ye iti­ra­zı ol­maz­dı sa­nı­rım. O bü­tün bu has­let ve hu­su­si­yet­le­ri ken­din­de ta­şı­yor­du. Me­riç’in za­af­la­rı, te­zat­la­rı ve­ya aşı­rı­lık­la­rı her­han­gi bir mü­te­fek­kir­den da­ha faz­la de­ğil­di. Ken­di­ni en çok da “Os­man­lı­yım” di­ye tav­sif edi­yor, bir im­kân ola­rak İs­lam’ın ki­şi­li­ği­miz­de­ki ve kül­tü­rü­müz­de­ki ka­çı­nıl­maz var­lı­ğı­na dik­kat çe­ki­yor ama yi­ne de Tan­pı­nar ve di­ğer bir­çok Türk ay­dı­nı gi­bi, o da ma­zi ile ne­re­de ve na­sıl bağ­lan­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni tam ola­rak bi­le­mi­yor­du. Bir ara­yış için­dey­di. Her­kes gi­bi bir “ben­lik ve şu­ur buh­ra­nı­nın ço­cu­ğu”ydu. “Ham­let’ten da­ha kes­kin bir ‘ol­mak ve­ya ol­ma­mak’ dâ­va­sı” için­dey­di. Bu an­lam­da Ce­mil Me­riç dü­şün­ce ve kül­tür ha­ya­tı­mı­zın yük­sek bir hâ­sı­la­sı­dır. Üs­lu­buy­la Si­nan Pa­şa, te­ces­sü­sü ile Ah­med Mit­hat, ıs­tı­ra­bıy­la Ah­met Ha­şim ve Pe­ya­mi Sa­fa, inan­mış­lı­ğıy­la M. Akif, mağ­rur öf­ke­siy­le Ne­cip Fa­zıl, şüp­he­ci­li­ğiy­le Be­şir Fu­at, te­zat­la­rıy­la Ab­dul­lah Cev­det, âsî­li­ğiy­le Na­zım Hik­met, çığ­lı­ğı ve yal­çın ira­de­si ile Sa­id Nur­si, hu­zur­suz­lu­ğu ile Tan­pı­nar, na­mus­lu­lu­ğuy­la Ke­mal Ta­hir, za­af­la­rı ve ha­yal kı­rık­lı­ğı ile Ce­lal Sı­lay’dı.
Öte ta­raf­tan Ce­mil Me­riç’e yö­ne­lik çok­ça ya­pı­lan bir eleş­ti­ri­yi vu­zu­ha ka­vuş­tur­mak ge­re­ki­yor. “Üs­lu­bu iyi ama bir dü­şün­ce­si yok!” ya da “Üs­lu­bu için oku­rum, dü­şün­ce­si için de­ğil!” di­yen azım­san­ma­ya­cak bir gru­bun müs­teh­zi eda­sı da var. Oy­sa so­rul­ma­lı ki, üs­lup ile dü­şün­ce bir­bi­rin­den ne ka­dar ay­rı­la­bi­lir? Coş­ku­lu, in­ce­lik­li, yer yer alay­cı bir üs­lup, an­cak zen­gin bir dü­şün­ce dün­ya­sın­dan bes­le­ne­bi­lir. Kö­tü­rüm bir üs­lup­tan dü­şün­ce­ye da­ir sa­hi­ci bir şey­le­rin ne­şet et­ti­ği­ni gö­ren var mı? Bü­tün öm­rü­nü hür ve has­bi te­fek­kü­re ada­mış Ce­mil Me­riç’e yö­ne­lik bu is­tih­za­yı ga­rip bir iro­ni ola­rak ka­bul et­mek ge­re­kir.
Ve­fa­tı­nın 20. se­ne-i dev­ri­ye­sin­de Ce­mil Me­riç da­ha faz­la ha­tır­lan­mış gö­zü­kü­yor. Ta­kip­çi­le­ri ve hay­ran­la­rı zi­ya­de­siy­le art­tı. Ne var ki şu ana de­ğin Ce­mil Me­riç’in ne üs­lu­bu­nun rik­ka­ti­ne ne de dü­şün­ce­si­nin ber­rak­lı­ğı­na eri­şi­le­bil­di. Oy­sa pe­şin­de gi­den genç di­mağ­la­rın Üs­ta­dın bu de­rin nü­fu­zu­nu bir et­ki ol­mak­tan çı­ka­rıp bir fik­rî şah­si­ye­te dön­dür­me­le­ri ge­re­ki­yor­du. Ta­kip­çi­le­ri onun üs­lup­ta­ki rik­ka­ti­ne ve dü­şün­ce­de­ki ber­rak­lı­ğı­na eri­şe­me­di­ler­se hat­ta öte­si­ne ge­çe­me­di­ler­se, asıl bu­na ha­yıf­lan­mak ge­re­kir. Ve asıl bu­nu hak et­mi­yor, Ce­mil Me­riç. Ba­zen unu­tul­mak da­ha gü­zel ve da­ha iyi ola­bi­li­yor.

Paylaş Tavsiye Et