18 NİSAN 1999 seçimleri 28 Şubat müdahalesi sonrası ilk seçimlerdi. 28 Şubat mağdurları açısından bu seçimler iki yıldır devam etmekte olan siyaset dışı müdahalelerin halkın vicdanına sunulduğu ve bu konuda nihai hükmün beklendiği tarihî bir anı ifade ediyordu. Bu seçimler aslında Demirel’in Erbakan-Çiller çiftine karşı oynadığı oyun yüzünden gecikmiş olmakla birlikte yine de bir erken seçimdi. Ancak seçimleri erkene alan, 28 Şubat mağdurlarının halka müracaattaki ısrarları değildi. 54. hükümetin başbakanı Necmettin Erbakan, Şubat MGK’sında ortaya çıkan durum nedeniyle hemen istifa etmek yerine, öncelikle bu muhtıranın Türkiye demokrasisine yöneltilmiş zararlı bir girişim olduğunu anlatmak üzere bütün siyasi partiler arasında bir ortak tavır arayışına girdi. Ancak bu arayışı beyhudeydi. Zira başta ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz olmak üzere, demokrasi hiçbirinin umurunda değildi. Aksine bu 18 maddelik 28 Şubat MGK bildirisi Refahyol hükümetinin sonunu getirmişti ve bu durumun kendilerine iktidar imkanı getireceği gerçeği iştahlarını kabartıyordu. Buna rağmen Erbakan hemen istifa etmedi, arka arkaya gelen gensorulara rağmen ancak dört ay aradan sonra, ama bu kez Tansu Çiller’in de ısrarıyla, başbakanlığı “erken seçime kadar yürütmek üzere” Çiller’e devretmek için istifasını sundu. Bu kararda erken bir seçime gitmek suretiyle 28 Şubat döneminde ortaya çıkan siyaset dışı müdahaleyi halkın oyuna sunarak mahkum etme niyeti yatıyordu. Seçim kararı her zaman, kilitlenmiş siyasal tabloyu çözen, sihirli bir siyasi hamledir. Ancak zamanlaması ve seçime davet edenin konumu çok önemlidir. 28 Şubat’ın hemen ardından, Erbakan’ın istifa etmek zorunda kaldıktan sonra davet edeceği bir erken seçimin o an için çok etkili olabileceği söylenebilirdi. Ancak siyaset dışı mihraklar seçim kararını ve davetini, zamanlamasıyla birlikte Erbakan’a bırakmadılar. Zamana yayılan müdahaleler ve uygulamalar dizisi içinde RP camiasının iyice gözden düşmesini beklediler. Erbakan’ın kendilerine karşı iradeli bir duruş sergilememiş olmasını bile sonraki seçimde kullanılacak bir malzeme olarak kayda geçirdiler.
Nitekim 28 Şubat aslında bir sonraki seçimde yani 18 Nisan 1999’da halkın oyuna sunulmadı. Çünkü aradan geçen iki yıllık süre içinde 28 Şubat’ın hem tarafları birbirine karıştı, hem de sıcağı sıcağına yarattığı duygusal küskünlükler ve pozisyonlar soğudu ve seçime Abdullah Öcalan’ın derdest edilip Türkiye’ye teslim edilmesi gibi daha etkili olan başka faktörler girdi. Bu seçimin sonucunda Türkiye’nin milliyetçi duygusal sermayesinin en büyük yatırımcıları olarak DSP ve MHP, Öcalan’ın yakalanmasında hiçbir özel marifete sahip olmadıkları halde oy patlaması yaparak seçimin iki büyük galibi haline geldiler. Öcalan vakası hiç kuşkusuz 28 Şubat muhasebesini büyük ölçüde arka plana itti ve seçimi bu olayın bir muhasebesi veya rövanşı olarak bekleyenlerin güç dalgasını iyice kırdı. Aslında 28 Şubat’tan kaynaklanan duygusal atmosfer, Öcalan’ın yakalanmasının seçim üzerindeki etkisini geçersiz kılabilecek kadar güçlü biçimde var olmaya devam etmişti; ancak en önemli sorun bu etkiyi uygulayabilecek siyasi aktörün yani RP’nin yeterli bir güven duygusu uyandıramamasıydı.
28 Şubat’tan sonra yapılan 18 Nisan 1999 seçimlerinde RP’nin devamı niteliğindeki FP’nin birincilikten %7,5’lik bir oy kaybıyla üçüncülüğe düşmesi, bir bakıma 28 Şubatçıların zaferi olarak da algılandı. Seçim sonuçlarının ardından 28 Şubat’ın haklılığı üzerine önemli bir meşruiyet dalgası bile yaratıldı. Buna mukabil şöyle bir efsane de bu yolla zihinlere kazınmaya çalışıldı: “Türkiye’de sistemle, kurumlarla, orduyla kavgalı bir görüntü veren partilerin hiçbir şansı olmadığı ortaya çıkmıştır.”
Oysa 1999 seçimlerinin sonuçlarının asıl gerçekçi yorumu bu değildi. Bir defa 28 Şubat mühendislerinin zamanlamasını ve kompozisyonunu çok iyi kurarak gittikleri bir seçimde böyle bir sonucun çıkması son derece normaldi. 28 Şubat’ı veya bu sürecin icraatlarını hiçbir zaman tek başına sandığın kararına bırakmadılar. Aradan geçen iki yıl sonrasında Öcalan faktörü ve yıpratılan RP imajıyla birlikte çok iyi bir zamanlamayla seçim sürecine hâkim oldular.
İkincisi, 28 Şubat sürecinde orduyla veya kurumlarla kavgalı veya genel anlamda ‘kavgacı’ bir görüntü veren RP kadrolarının sırf bu görüntüden dolayı kaybetmiş oldukları sonucunu çıkarmak, Türk toplumunu hiç tanımamak anlamına geliyor. Doğrusu yaşadığımız son seçimler, Türk toplumunun hiç de kavgadan uzak kalmak gibi bir niyetinin olmadığını gösterdi. 22 Temmuz sürecinde bile gerek Kuzey Irak ve Amerika bağlamında, gerekse ülke içindeki birtakım unsurların birbirlerine karşı kavgalarının, Türk seçmen profilinin önemli bir kısmını bir hayli heyecanlandırdığı ve bu konuda “kavgadan uzak durmaya” büyük bir önem atfetmediği görüldü. Kavgacılığın da seçmen davranışı üzerinde önemli bir pazarı olduğu unutulmamalı.
1999 seçimlerinde ise seçmenin uzak durduğu şey kavga değil, tutarsız ve ‘ürkek’ bir kavgacılıktı. RP’nin oylarının önemli bir kısmını bu seçimde kendisine çeken MHP’nin en önemli vurgusunu, başörtüsü sorununa ve 28 Şubat uygulamalarına karşı “ürkek değil erkek” gibi duracağına yapmış olduğunu unutmamak gerekiyor. 28 Şubat sürecinde Başbakan Erbakan’ın bizzat kendi tabanı nezdinde en içe sinmeyen davranışlarının, yapılan muamelelere karşı nezaketini hiçbir zaman bozmayan yumuşak tavırları olduğunu hatırlayalım. Zira bu yumuşak tavırları darbecileri iyice pervasızlaştırıyor, mağdur kitleler nezdinde adalet duygusunu rencide ediyordu.
Demek ki toplumun önemli bir kısmı bu ilk seçimlerde 28 Şubat’ı aslında hiç de unutmuş ve bu süreci onaylamış değildi. Aksine gereken cevabı RP’ye değil MHP’ye yönelmek suretiyle vermişti. 2002 seçimlerinde MHP’yi baraj altında bırakan oy kaybının önemli bir kısmının bu konuda vaat ettiği ‘erkek’ davranışı sergilememesine verilmiş bir ceza olduğu da çok açık. MHP’nin 28 Şubat süreci boyunca yedek kulübesinde, aslında bu sürecin politikalarını stabilize etmek üzere hazırlandığı sonradan ortaya çıktı. Ancak MHP’nin oyun sahasına girmesi için de 28 Şubat mağdurlarının onayını almaktan başka bir yolunun olmadığı biliniyordu. Çünkü 28 Şubat taraftarlığının, mevcut partilerin yanı sıra bir de MHP’yi bu konum üzerinden sahaya sokması mümkün değildi. Bu yüzden MHP, sistemle daha iyi bir kavga beklentisi içinde olan mağdur kitlelerin duyguları istismar edilerek Meclis’e sokuldu. En azından bu durum, halkın sistemle kavgalı partileri istemediği yönündeki fikrin düzen efsanelerinden biri olduğunu ve çoğu kez hiçbir geçerliliği olmadığını bilmemiz gerektiğini gösteriyor.
28 Şubat sürecinin bütün foyalarıyla birlikte asıl oylandığı seçimler, bu yüzden belki de 3 Kasım 2002 seçimleri oldu. Bu seçimler, 28 Şubat sürecinin siyasi veya ekonomik yozlaşma ayaklarında az veya çok rolü olmuş bütün partileri barajın altında bırakarak Türk demokrasi tarihinde benzeri görülmemiş bir rövanş duygusu yaşattı. 28 Şubat sürecinin kapattırdığı partinin geleneğinden gelen AKP, ezici bir çoğunlukla birinci parti çıkarken; 28 Şubatçıların, okuduğu bir şiir dolayısıyla hapse attığı belediye başkanı da bir yıl önce kurduğu partisinin başında tek başına iktidar oldu. 28 Şubat hakkında asıl halkoyu da gecikerek de olsa bu seçimlerde tecelli etti.
Buna rağmen 28 Şubat süreci ve ardından gelen seçimlerden çıkarılması gereken asıl ders şudur: Ne kadar haklı olursanız olun, bu haklılığı bir güce dönüştürmenin yolu, tutarlı ve etkili bir siyasal duruş ve performanstan geçmektedir. 1999 seçimlerinde bu duruş sergilenemediği için haklılığın gücü israf edilmiştir. 2002 seçimleri ve 27 Nisan e-muhtırasından sonra girilen seçimlerde sergilenen siyasal performans, bu israfın önemli ölçüde giderilmesinden ibarettir. 22 Temmuz seçim sonuçları da aslında 28 Şubat sürecinde asker kesiminde edinilmiş olan müdahale alışkanlığına halkın sıcağı sıcağına verdiği tepkiyi ortaya koymaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et