TÜRK dış politikası kabuk değiştiriyor. Ankara, Soğuk Savaş’ın güvenlik eksenli politikalarından sıyrılmaya, iç ve dış politikasını özgürlük-güvenlik denkleminde daha dengeli bir zemine konumlandırmaya çalışıyor. Son dört-beş yıldır dış politika anlayışının giderek artan bir şekilde normalleşme ve sivilleşmesine paralel olarak, içeride de militarizmin etkisinin azaldığını, halkın duyarlılıklarının siyasi karar alıcılar nezdinde daha çok önem kazandığını söyleyebiliriz. Türkiye artık kas gücüyle (askerî) değil, zihin gücüyle (diplomasi, kültür vs.) küresel sistemde yer alma; tehdit algılamasına göre değil, çözüm üretme isteğine göre siyaset geliştirme arayışında. Bu anlamda Ankara, Batı yönelimli dış politikasını değiştiriyor; Türkiye’yi merkeze alan ve tüm güçlerle eş zamanlı ilişkiye girmeyi hedefleyen, esnek, ritmik ve çok taraflı bir yeni diplomasi uyguluyor. Bu yeni diplomasi sorun odaklı olmadığı için Türkiye’nin ölçek büyütmesini de beraberinde getiriyor.
Ankara, 2000’li yıllara kadar çevresindeki coğrafyada Batı çıkarlarına uygun, güvenlik eksenli bir dış politika izlemeye çalıştı. Ancak bu politika, sonuçları itibarıyla Türkiye’yi Washington-Brüksel kıskacına sokmaktan başka bir işe yaramadı. Bazı aklıevveller söz konusu kıskaçtan kurtulmanın reçetesi olarak Rusya, Çin vs. gibi dışarıdan başka bir güçle ilişkiye girmeyi öne sürdü. Olgunlaşmaya başlayan yeni diplomasi ise böyle bir politikanın yeni bir kısır döngü yaratacağını öngörmekte gecikmedi. Türkiye, Washington-Brüksel kıskacından kurtulmanın yolu olarak her iki güçle eş zamanlı yüzleşmeyi seçti. Seçilen yüzleşme yolu ise Washington ve Brüksel tarafından zaman zaman özellikle içerideki ulusalcı, milliyetçi, Kemalist ve militaristler kışkırtılarak manipüle edilmeye çalışılıyor. PKK’ya verilen gizli ve açık destek, sözde Ermeni tasarıları, İslamofobik tutum, söylem ve hakaretler bu kapsamda değerlendirilmeli.
NATO’dan AB’ye Ankara’nın Mevzi Değiştirmesi
Avrupa, siyasi birlik kurmaya giriştiği 1990’lar boyunca dış politikasını güçlendirmeyi ve böylelikle ABD’den bağımsız hareket edecek duruma gelmeyi amaçladı. Ancak Brüksel, kendini NATO’dan, dolayısıyla ABD’den ayrıştırmaya çabaladıkça, ABD de yeni araç ve politikalarla Avrupa içindeki güçlü konumunu korumaya çalışıyordu. ABD, bu anlamda ilk olarak Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini Avrupa’dan önce NATO şemsiyesi altında kucakladı.
2002’ye kadar tehdit algılaması temelinde güvenlik eksenli NATO merkezli bir dış politika güden ve Batı ile kurumsal tek bağı NATO üzerinden olan Ankara ise, 1990’larda ABD’nin eski komünist ülkeleri NATO’ya almasıyla birlikte, Batı ittifakı içindeki nispi ağırlığının ve pozisyonel değerinin azaldığını anlamakta gecikti. Ankara, 2002’ye kadar AB’ye ABD ve NATO üzerinden yaklaşmaya çalışırken; AB, Ankara’ya mesafeli durmayı tercih etti. Hatta ABD’nin verdiği desteğin de yardımıyla AB aday üyeliğinin tescillendiği Aralık 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye, Avrupa’da önemli siyasi karar alıcılar ve medya tarafından kamuoyuna “Amerika’nın AB içindeki yeni Truva atı” olarak lanse edilmeye çalışıldı. Ankara, ABD’den bağımsız kendi politikalarıyla AB’ye yaklaştıkça, “Truva atı” benzetmesi önemini kaybetti ve bu durum Türkiye’nin Brüksel nezdindeki kredibilitesini artırdı. Türkiye giderek güçlendiği ve ölçek büyüttüğü oranda AB, onun tam üyelik sürecinden kopmaması için gayret göstermeye başladı. Gerek Kıbrıs sorununda gerekse Irak, Suriye, İran krizlerinde geliştirdiği yapıcı ve sorun çözücü diplomasi, Türkiye’yi AB için önemli bir ortak haline getirdi.
Diğer taraftan Ankara’nın Helsinki Zirvesi sonrası reformlara girişmesi de Brüksel ile ilişkilerin seyrini ciddi biçimde etkiledi. Ankara’nın tehdit odaklı, güvenlik eksenli ve NATO merkezli politikalardan uzaklaştıkça, ABD’den uzaklaşıp AB’ye yaklaştığını söyleyebiliriz. 11 Eylül sonrası dönemde ABD’nin Ortadoğu politikası Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıyla çatıştı. Halkın gösterdiği tepkinin de bir sonucu olarak 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmeyişi, 1990’larda Balkanlar’da ABD ile kesişen yolların, 2000’li yıllarda Ortadoğu’da ayrışmaya başladığını ortaya koyuyordu. Bu durum Soğuk Savaş zihniyetinin mirası olan daimi dost-daimi düşman/rakip ikilemine dayanan statik algılamanın aşılmasını da beraberinde getirdi.
Ankara, 2002 sonrasında hem iç hem de dış siyasette bir değişim sürecine girdi. Bu değişim sürecinde AB, kısır iç siyasi çekişmeleri aşmanın bir aracı olarak kullanıldı. Militarist devlet anlayışının çözülmesinde, sivil-asker ilişkilerinin normalleşme sürecine girmesinde ve siyaset üzerindeki askerî etkinin kırılmasında AB reformlarının etkisi yadsınamaz bir gerçek. AB, iç siyasette reformlar için bir manivela; dış politikada ise ABD karşısında Ortadoğu’da Türkiye’nin elini güçlendiren bir koz. Fakat bu durum ABD’den tamamen bağımsız politika üretmek için AB’ye giriyoruz anlamına gelmiyor. Zira AB olmasa dahi Türkiye’nin, çıkarlarının farklılaştığı alanlarda ABD’ye karşı diğer güçlerle çeşitli ittifak ilişkilerine girmesi gerekiyor. Tüm bu güçlerle konjonktüre bağlı olarak geliştirilen ilişkiler, birbirinin alternatifi olarak algılanmamalı; aksine birbirini tamamlayan ve Türkiye merkezli anlamlı bir dış politika stratejisinin birer parçaları gibi görülmeli. AB, bu nedenle, dış politikada Ankara’nın elindeki kartlardan sadece biri.
Türkiye ile AB’nin çıkarları özellikle Ortadoğu ve enerji kaynaklarının Avrupa pazarına ulaştırılması noktasında örtüşüyor. Buna karşın Balkanlar’da 1990’lı yıllar boyunca çıkarları çatıştı ve hâlâ kısmen de olsa çatışıyor. Rusya ile Balkanlar’da ve Kafkaslar’da çatışan çıkarlar, Filistin, Irak, Suriye ve İran konularında ABD’nin politikalarına kıyasla daha çok örtüşüyor. Balkanlar’da Ankara ve Washington çıkarları daha uyumlu gözükürken; Kafkaslar’da ise gerek Brüksel gerekse Washington’ın çıkarlarıyla, oluşan krizin niteliği ve karakterine bağlı olarak örtüştüğü ve ayrıştığı noktalar var. Örneğin enerji kaynaklarının Avrupa’ya aktarımı konusunda Ankara, Washington ve Brüksel’in çıkarları örtüşürken, Dağlık Karabağ, Çeçenistan, Abhazya, Kuzey Osetya konularında ayrışıyor.
Washington Neden Türkiyeli Bir AB İster?
Peki, ABD Türkiye’nin AB üyeliğine niçin destek veriyor? Söz konusu desteğin birbiri içine geçmiş çeşitli çıkar halkalarının bileşiminde yer aldığını belirtmek gerekiyor. Washington, Türkiyeli bir AB’yi, Türkiyesiz bir AB’ye nazaran daha fazla manipüle edebileceğini düşünüyor. Çünkü Türkiye diğer AB üyesi ülkelerden farklı olarak gerek stratejik, gerekse de sosyo-kültürel ve tarihî derinliği ile büyük bir coğrafyayı etkileme gücüne sahip bir ülke. Ankara’nın çıkarları, Balkanlar ve Doğu Avrupa gibi çoğu dış politika konularında AB’den daha çok ABD’nin çıkarları ile örtüşüyor. Özellikle Polonya’nın muhtemel Alman-Rus işbirliğine karşı Amerikan yanlısı tutumları bu noktada Ankara’ya yeni manevra alanları sunuyor. Bu alanlarda Ankara’nın politikalarının, FransAlmanya bloğunun Birlik içindeki etkisini ve gücünü azaltıcı etki yapması muhtemel. Öte yandan Doğu Akdeniz’in sadece AB egemenliğinde bir deniz olmasına karşı çıkan Washington, Annan Planı ile Ankara’ya yeni bir alan açtı. Ankara da bu alanı genişleterek üzerindeki Kıbrıs sorununun ipoteğinden büyük ölçüde kurtuldu.
Ankara diğer taraftan ABD’nin, küresel çıkarları nedeniyle AB, Rusya ve Çin karşısında ortaklık yapabileceği bir güç olarak göze çarpıyor. Herhangi bir Batı sistemi içine girmemiş, AB’nin deyimiyle “demirlenmemiş Türkiye”nin bölgesel aktörlerle geliştireceği çeşitli ittifak ilişkilerine paralel olarak Rusya, Çin, Hindistan gibi büyük güçlerle de işbirliğine gitme olasılığı Washington tarafından küresel çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak algılanıyor. ABD açısından Türkiye’nin hareket alanını daraltıcı bir etki yapabilecek en önemli araç ise AB. Washington’ın anlayışında Batı sistemi içinde AB limanına demirlenmiş olan Ankara’nın diğer limanlara AB üzerinden ulaşması öngörülüyor. Soğuk Savaş boyunca Almanya’yı aşağıda, Rusya’yı dışarıda ve Amerika’yı içeride tutmayı hedefleyen bir anlayışla geliştirilen NATO’ya yeni dönemde farklı roller öngörülürken; Avrupa’da onun yerine ikame edilmeye çalışılan AB’nin yeni stratejisinde Türkiye aşağıda tutulması gereken bir güç olarak nitelendiriliyor. Bu noktada Washington ve Brüksel’in çıkarları örtüşüyor. Bu anlamda sözde Ermeni soykırımı iddialarıyla, Yahudi soykırımının Almanya üzerinde yarattığı siyasi-psikolojik baskıya benzer bir etki, Türkiye üzerinde oluşturulmaya çalışılıyor.
Amerika ve Avrupa için Türkiye vazgeçilmez değil, sadece terk edilmesi çok maliyetli bir ortak. Hem Washington hem de Brüksel, Türkiyesizliğin maliyetini hesaplamak istemiyor. Bunun temel nedeni sanıldığının aksine askerî gücü değil; Türkiye’nin sahip olduğu sosyo-kültürel, tarihî ve felsefi derinlikten gelen yumuşak gücü. Tam da bu nedenden dolayı, her iki güç de gerek bölgesel politikalar gerekse küresel dengeler açısından Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek zorunda olduğunu hissediyor. Her iki güç de değişen ve her konuyu en ince ayrıntısına kadar pazarlık eden yeni Türk diplomatik zihniyetinden oldukça rahatsız. Klasik Soğuk Savaş mantığı içinde daimi dost-daimi düşman anlayışı çerçevesinde Ankara ile çok sıkı pazarlık etmemeye alışmış olan Washington ve Brüksel’deki siyasi karar alıcılar, bu yeni döneme alışmak zorundalar. Zira başka seçenekleri yok.
Paylaş
Tavsiye Et