MEDYA, bilindiği gibi kavram olarak “aracı” demektir. Kökeni medyuma uzanan (medya, medyumun çoğulu) bu kavram, geldiği hikayenin izlerini bugünkü anlamına ve işlevlerine de taşır. Medya dediğimizde aklımıza hemen gelen radyo, gazete, televizyon gibi iletişim araçları, çok kaba bir şekilde söyleyecek olursak, toplumun yönetenleri ile yönetilenleri arasındaki iletişimi gerçekleştirirler. Bunu yaparken, yönetenlerin görüşlerini, yaklaşımlarını, yorumlarını olduğu kadar, yönetilenlerin taleplerini, beklentilerini, arzularını da “herkes için görünür olduğu varsayılan” platformlarında ortaya koyarlar. İşte bu aracılık, kabilelerdeki Şamanların, büyücülerin ruhlar âlemiyle bu dünya arasında kurmuş oldukları bağlantıları hatırlatır nitelikleri haizdir. Yönetenler, ifşa etme ile gizem yaratma arasında bir alacakaranlıkta medya ile ilişki kurarlar; medya bunu kendi yorumu, kadrajı, estetiği, ideolojisi istikametinde işler; aracılıktan öte kendi anlamına ve yerine vurgu yapan özellikleri de ekler; nihayet böylece “bu dünyalı” insanlara, fanilere mesajları, haberleri iletir.
16. yüzyılın sonlarında Fransa’da dönemin okumuş yazmışlarının devam ettiği kimi kahvehanelerde, “daha fazla müşteri çekmek amacıyla” gazetelerin ve dergilerin bulundurulduğunu görüyoruz. Aynı eğilimler Avrupa’nın diğer birçok ülkesinde de mevcuttur. Bu kahvehanelere giden insanlar, gazete, dergi gibi “medya”nın “haberler”i üzerinden tartışmalar yaparlar; ülkenin gidişatı hakkında fikirlerini ifade ederler. Bir bakıma kamuoyu dediğimiz, yönetilenlerin kendi başlarına bireyler olmaktan öte ortak kanılara sahip bir kudret oldukları hissini doğuran kategorilerin ortaya çıkması, işte bu dönemle başlar. Böylelikle bir beyaz kağıdın üzerine zararsız harflerle yazılmış olan siyasi, toplumsal konular çeşitli kesimlerin “konuşmalar”ında hayat bulurken; hayali, ancak son derece canlı ve etkileyici bir “ruhaniyet” kazanır. 19. yüzyılın hemen başlarında İngiliz Başbakanı bir toplantıda “Artık kamuoyu diye bir şey var ve biz icraatlarımızda bunu dikkate almalıyız” diyerek kamuoyu gücünün altını çizer.
Esasen medyanın varlığı ve etkinliği, Fransız İhtilali’yle birlikte öne çıkan “ulus-yurttaş” kavramlarına tekabül eden bir içerik taşır. O zamana kadar tebaa olan, siyasi konularda kendisine fikir sorulması ya da ne düşündüğünün öğrenilmesi ciddi bir değer taşımayan insanlar artık yavaş yavaş bu rollerini bırakırlar; üzerinde yaşadıkları toprakların kaderi hakkında kendilerinin de söyleyecek sözlerinin olduğunu ortaya koyarlar. Bu süreç, şimdi hayranlıkla baktığımız o temel haklar ve hürriyetlerin keskin ışığında bir anda olup bitmiş değildir. Aksine kudret sahipleriyle yönetilenler arasında yurttaşlıktan doğan bağların kurulması yolunda çok ciddi gerilimler yaşanır; hayatlar verilir; nihayet “oy hakkına dayalı” fail olma niteliği çetin mücadelelerle kazanılır. Bu gelişmenin bize söylediği ders, fikirlerin parlak olmasının yetmediği, hakkaniyetin tayininde gücün önemli bir yerinin bulunduğu, nihayet bu güçler ilişkisinde temel siyasal kategorilerin yeni bir “paradigma” ile şekillendiğidir. Daha 15. yüzyılda “yabani, tembel, gürültücü” gibi pek de sevimli sayılmayacak kelimelerle tanımlanan “halk”ın dört asır sonra baş tacı edilmesi kudret sahiplerinin “kendiliğinden” aydınlanması ile değil, halk tarafından aydınlatılması ile mümkün olur.
Kim yönetecek, niçin yönetecek? Aristo’nun daha 23 asır önce sorduğu bu sorular, modernleşme ile birlikte “halkın belirlediği” gibi yeni bir güzergahta cevaplanmaya başlanır. Ancak bu, yönetenlerin görücüye çıktıkları, halkın da bu sahnenin seyircileri olarak puan verdikleri bir yapı içinde olup bitmez. Aksine kudretin sahibi olmak isteyenler “niçin kendilerinin yönetmeleri gerektiği” hususunda halkı “çeşitli yollarla” bilgilendirmek isterler. Fakat sadece bilgi yetmez. Aynı zamanda büyüleme, etkileme, baştan çıkartma, karizma inşa etme, tahrik etme, perdeleme, yönlendirme gibi amacı insanları “kendi gerçek hayatlarıyla yüzleşmelerine mani olmak ve kudret sahibinin amacı doğrultusunda araçlaştırmak” olan teknikler devreye girer.
Esasen bu teknikler yeni değildir. Roma mahkemelerinin yargılamaları tam bir tiyatro temsili gibidir. Sanıklar, davacılar en teatral tavır ve konuşmalarla mahkeme heyetini etkilemek, kendi lehlerine bir karar için yönlendirmek amacıyla ellerinden geleni yapmaktaydılar. Eski Yunan’da retorik uzun asırlar boyunca en değerli sanatlardan birisi sayılmıştı. 15. yüzyılın sonunda Floransa’da iktidarı Mediciler’in elinden alıp Cumhuriyeti kuran rahip Savonarola usta bir hatipti. Modern zamanlardan bir örnek verecek olursak, Leninist propagandanın temeli provokasyondu. Bilindiği gibi provokasyon herkes için gerçekliğin görünümünü ve mahiyetini değiştirir; onları provoke edenin arzusu istikametinde yönlendirir. Ancak modern zamanların diğer tarihî devirlerden en önemli farkı, medyanın varlığıyla artık “bilgilendirme” kadar “ayartma”nın da “kitlesel” bir şekilde yapılıyor olmasıdır. Medya, varlığıyla çeşitli elitlere bu imkanı verir.
Medyanın enformasyonu, hayali ilişkiler alanına dairdir. Görmediğimiz insanlar, bilmediğimiz konular “görünür ve bilinir” hale gelir medya sayesinde. Ancak bu görünür, bilinir olmak, hayatın dolayımsız kavranışında olduğu gibi değildir. Medyanın bir “mutfağı” vardır ve bu “bilgiler” burada “amaçlı” bir şekilde işlenir; bir ölçüde kendi başına gerçekliğinin dışında bir kılığa büründürülür. Bunun çeşitli nedenleri vardır: Birincisi, ham haber, tıpkı montajı yapılmamış film gibi “izlenilir” değildir. Onu farklı bir zamansallık kurgusu içinde düzenlemek, eğer televizyon için ise müzik eklemek, kamera oyunlarıyla gösterilmek istenen gerçekliği öne çıkartmak gerekir. İkincisi, kitleler de medyadan hayatın biraz farklı bir temsilini talep ederler. İşin içine biraz eğlence, biraz duygusallık, biraz müthişlik, süperlik, hiperlik girmelidir. Bir bakıma hayatın film haline getirilmiş bir temsilini ancak izlenir bulurlar. Üçüncüsü, medyanın sahipleri ve profesyonelleri, bağlı bulundukları sosyo-ekonomik çevrelerle dayanışmalarının, siyasi tutumlarının, ekonomik çıkarlarının hesaba katılmadığı bir yayıncılık yapmazlar.
Elbette medyanın ahlak ilkeleri vardır ve bunlara bakıldığında, illiyet bağlarından sıyrılmış bir ruhaniyetin dile geldiğini görürüz. “Yalan haber vermemek” mesela, ama yalan olan nedir? Tüm gerçekleri söylememek midir? Ama gerçek olan nedir? Anlatırken seçtiğiniz dil, yaptığınız yorum haberi değiştirmeyecek midir? “Gazeteci meslek çalışmalarını her tür çıkar ve nüfuz ilişkilerinin dışında tutar.” Peki, “çıkar” derken ne anlayacağız? Çıkar en karanlık kavramlardan birisidir. Nüfuz ilişkileri? Basın-yayın tarihi tam da çıkar ve nüfuz ilişkilerinin nice örnekleriyle dolu değil midir? Elbette tüm medya böyle değil; ama bunların varlığını yok saymak mümkün müdür?
Aslında basın-yayın ahlak ilkeleri, bir bakıma medyanın nelere kadir olduğunun ifadesidir. İktidar ilişkilerinin, kurallara uyma ile kuralları mümkün olan her yerde esnetme gerilimi arasında oluştuğunu dikkate aldığımızda, medyanın da ahlak ilkeleriyle tam da böyle bir ilişki sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Esasen medya organlarının büyük ticari şirketlerin, holdinglerin bir parçası olması süreci, ekonomiyle siyaset ve toplum arasındaki üçgen düşünüldüğünde daha bir anlam taşır. Açıkça ifade etmeliyiz ki, medya politik, ekonomik, toplumsal manada ilgili çevrelerin çıkarlarına ve hedeflerine hizmet eden bir araçtır. Onu başka türlü düşünmek mümkün müdür? İş adamları bir işletmeye yatırım yapacaklar ve oradan “azami kâr elde etme imkanlarını” ellerinin tersiyle itecekler! Böyle bir tutum söz konusu olmaz. Üstelik medyanın bu şekilde ilgili çıkar kümeleriyle ilişkilerini eleştirmekle birlikte bu yapının böyle olduğunu kabul etmek, lüzumsuz yere medyayı, içinde yer aldığı bağlamı görmezlikten gelerek “ahlaki ilkeler” doğrultusunda yayıncılığa çağırmamak gerekir.
Esasen temel sorun şudur: Bir ülkede her tür toplumsal çevre kendisini temsil edecek medyaya sahip değilse, bu medyanın yer aldığı ve iktidar ilişkilerini belirlediği alanda bir dengesizlik yaratacak, toplumsal farklılıklar yeniden üretilirken kimi çevreler bundan daha fazla zararlı çıkacaktır. Mevcut medya organlarından talep edilmesi gereken, “tarafsız yayıncılık” değil, her kesimin medya sahibi olması ve alanı enforme etmesi ile bir bilgi dengesi halinin doğmasıdır. Ancak bu elde edildiğinde “basın özgürlüğü” gibi bir ilke en yüce değerine ulaşır ve “medya” farklı kesimleri temsille bir bütüncül güven oluşumunun aracı haline gelir. Kısacası medya ortamında güven isteniyorsa, farklı medya organlarının varlığını desteklemek gerekir. Bir başka yapılacak iş ise, hiç şüphesiz izleyicilerin ve okuyucuların aktif failler olarak tepki ve yorumlarını medya organlarına göndermeleridir. Bu geri besleme, medya sahiplerini ve profesyonellerini “nasıl bir okur, izler kitlesi ile karşı karşıya oldukları” hususunda bilgilendirecek, “kârı azamileştirme” düşüncelerine bu muhalif tutumları da eklemek zorunda bıraktıracaktır.
Paylaş
Tavsiye Et