TÜRKİYE’DE siyasetin ilginç bir gündem akışı oluyor. Siyaset elbette bir yanıyla olup bitenlere açıklama getirme ve bunun etrafında konumlanma süreci. Ancak bu iş yapılırken toplumsal tekabülü olan sahih bir dil, hem çözümleyici oluyor hem de halkla buluşabiliyor. Aksine, siyasi dil ile toplumsal durum arasındaki mütekabiliyet yeterli olmazsa, bu defa siyasi dil boşlukta bir konuşmaya dönüşüyor.
Kabaca bu ülkede “sağda ve solda” yer alanların tarih içinde teşekkül etmiş söylemleri üzerine bir çalışma yapılsa, bu toplumsal tekabül meselesinde herhalde ilginç sonuçlara ulaşılır. Altmış küsur yıllık demokratik tecrübe sürecinde sol siyasetin toplumdan yeterli desteği bulamamasına karşı, sağ kesimin, çeşitli engellemelere rağmen her vakit iktidarla buluşmasının arkasında siyasi dilin sahihliği meselesinin önemli payı olsa gerektir. Sağ ve sol dedik, bunun bir alışkanlık ve anlama kolaylığı bakımından kullanıldığını belirtmeliyim. Yoksa bu terimler bizim ülkemizde, program, yaklaşım, ilkeler esasında Batı’dakine benzer karşılıklara sahip değildir.
Bizde sol denildiğinde yine çok kabaca söyleyecek olursak, tarih ve din konusunda mesafeli bir duruş akla gelir, sağ dediğimizde ise bu konulara ilişkin hassasiyetlere sahip bir siyasi tavır hatırlanır. Herhalde bu yüzden, insanların sağcı ya da solcu olmalarını belirleyen sınıfsal konumları, üretime veya bölüşüme ilişkin kaygıları değil, son zamanlarda özellikle sol kesim tarafından vurgulanan bir ifadeyle söyleyecek olursak “yaşam biçimleri”dir. Bunun ötesinde ise özellikle yakın zamanlarda sol (merkez sol), toplumsal dinamiklerin değiştirmeye çalıştığı iktidar ilişkilerini geçmişte olduğu gibi muhafaza etmeye dönük statükocu bir tavrın içine girerken, sağ kesim (merkez sağ) bu dinamikler istikametinde yeni iktidar kompozisyonlarının peşinde olmuştur. Esasen şu son dönem dâhil siyaseten yaşanan çatışma ve gerilimleri tam da bu eksen üzerinden okumak, hayli açıklayıcı sonuçlar sağlayacaktır.
Sağ ve sola ilişkin konumlanmaların bu niteliği, kamusal alanı daraltıcı, devletlû bürokratik elitlerle dayanışma içinde, seçimle teşekkül eden siyasi iradeyi sınırlayıcı eğilimlerin, sol siyasetin adeta bir karakteristiği haline gelmesini doğurmuştur. Buna karşılık sağ, adeta Batı’daki solu andırır şekilde, haklara, özgürlüklere vurgu yapan, aşağıdan yukarıya değişimci programlara sahip bir siyaset olarak organize olmakta ve kendini dinamik bir şekilde yenilemektedir. Bir merkez sağ parti olan AKP’nin kendi kimliğini “muhafazakâr demokrat” olarak açıklaması yanıltıcı olmamalıdır. Buradaki muhafazakârlık kültüre, hayat tarzına yönelik evrimci bir değişimin benimsendiğine işaret etmektedir. Fakat bunun yanında geçmişteki siyasi ilişkileri aynen muhafaza etmeye dönük siyasi muhafazakârlığın AKP’ye değil CHP’ye çok daha uygun düştüğü muhakkaktır.
Merkez sol ve sağ siyasi diller arasındaki toplumsal tekabül bakımından farkı belirleyen husus da işte tam burada belirmektedir. Toplumsal dinamiklerin aleyhine çalıştığı merkez sol siyaset, buradaki eğilimlere tercüman olacak bir dil yerine bunu bastıracak, dönüştürecek, sınırlayacak, elimine edecek bir dil oluşturmaktadır. Bu dilin mühendisliği ne kadar iyi yapılmaya çalışılırsa çalışılsın, Marksizan terminoloji ile söyleyecek olursak, bir “yanlış bilinç” hali inşa etmeye çalıştığı için daha baştan eklektik, ikna ediciliği zayıf bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu manada toplumun geniş kesimleriyle örgütlü bir ilişki kuran, onların temsiliyetini “ayrı bir sınıf olarak” değil, onların organik bir parçası olarak ifa eden merkez sağın, toplumsal tekabülü olan siyasi dil konusunda işi daha kolaydır. Çünkü bunun için hayal gücünü kullanması, verilerden bambaşka bir hikaye çıkarması gerekmemektedir. Merkez sağın bu manada tüm işi aşağıdan yukarıya ilişkinin birikimini dille ifade etmekten ibarettir.
Burada belirtilenlerin, sağ ve sol dillerin açıklamalarına, metaforlarına ilişkin verilecek birçok örnek üzerinden sağlamasını almak mümkündür. Elbette geçmişe yürüyen mukayeseli bir çalışma bize resmi daha net bir şekilde verebilecektir, biz bir yazının sınırlı imkanları içinde yakın dönemdeki kimi tartışmaları hatırlatmakla yetinmek durumundayız.
Yakın geçmişe doğru “popüler olarak” nelerin tartışıldığını hatırlayalım: 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP, “takiyeci” olarak suçlanmış, “gizli ajandası” bulunduğu söylenerek görünürdeki sistemin meşruiyeti dâhilindeki siyasi kimliği töhmet altında bırakılmaya çalışılmıştır. Bu tür “metafizik”, “sübjektif” iddiaları tartışmaya kalkışmak dahi onları ciddiye alma üzerinden kısmi bir gerçeklik atfı anlamına geleceği için tuhaf bir durum doğurmaktadır. Açık örgütlerin niyet sorgulaması sosyal bilimlerin bildik analiz yöntemleriyle anlaşılabilecek bir durum değildir. Ancak amaç zaten “anlamak” değil, çaresiz şarttan bir iddia çıkartmaktır. Bir başka konu daha geçen sene herkesin ateşli bir şekilde tartışmasına dâhil olduğu “Türkiye Malezya mı olacak?” başlığı altındaki “korku” stratejisidir. Bir yıl öncesinde telaffuz edilmeyen, üzerinden üç-beş ay geçtikten sonra gündemden kalkan bir korku stratejisinin ne ölçüde ikna edici bir iddia olduğu, doğrudan doğruya zaman periyodundan dahi çıkartılabilir. Böyle bir benzeştirmenin korku esasında bir değer taşıması, en azından çok daha uzun bir süre gündemde kalması demek değil midir? Fakat hayır, söylenmiş, tartışılmış ve geçilmiştir.
Bunun peşinden “mahalle baskısı” gibi sosyolojik çağrışımları olan bir kavram marifetiyle iktidarın sistematik bir şekilde hayat tarzlarını değiştirmeye çalıştığı dile getirilmiştir. Bunun gündemden düşmesinin ardından ise yeni hikaye, Anadolu’nun yükselen şehirlerinde içkili mekanların olmadığı, içki talep eden kişilerin özgürlüklerinin kısıtlandığı, hayatın muhafazakârlaştığı olmuştur.
Bu başlıkların ilginç yanı “kullan at” türünden kapitalist üretime çok uyan bir tarzda “üretilip” sonra yerini bir başka başlığa bırakarak sahneden çekilmesidir. Oysa bunlara karşılık gelen problemler sürüyorsa tartışmaların da aynen devam etmezi gerekmez midir? “Siyasi dilin sahiciliği” derken kastedilen tam da budur.
Siyasi dil engin hayal gücü, işe koşulan yüksek zeka ve bir tutam toplumsal gerçeklikle değil, kitlelerde sahihlik duygusu uyandıran bir temsiliyet ve tercümanlıkla oluşmalıdır. Sağ ya da sol, siyasi dilini bu şekilde oluşturanlar kudretlerini halktan alırlarken, suni dilin sahipleri halkta bulamadıkları karşılığı ikame etmek için gözlerini başka yerlere çevireceklerdir. Türkiye’deki siyasi manzarada her iki eğilim de kendini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et