ERBİL’DE bir cumartesi günüydü… Cumartesi olduğu için resmî daireler kapalıydı. Bu, biz gazeteciler için, aradığımız yetkililere ulaşmakta zorlanacak olmamız anlamına geliyordu. Nitekim birkaç kişiyi aradım ve aldığım yanıt şu oldu: “Bugün cumartesi… Tatil!” Oysa biz Türkiye’nin sınır ötesi operasyonunun sınırın öte tarafına yansımasını takip için bölgedeydik. Günlerdir bölgesel yönetimin operasyonlara yönelik açıklamalarını takip ediyorduk. Başka da takip edilecek sıcak bir haber yoktu. Tatil olunca haber bulmakta zorlandık doğrusu. Oysa akşama canlı yayın vardı ve bir şeyler anlatmak gerekiyordu. İnternete bir göz attım ve günü kurtaracak bir haber buldum: İran Kandil’i bombalamıştı. Haber yokluğunda bu oldukça iyi bir haberdi doğrusu. Yine de bazıları bu haberi, öylesine bir heyecan katarak büyük bir şeymiş gibi anlatınca “Acaba ben habere hak ettiği değeri veremedim mi?” diye içimden geçirmedi değilim.
Türkiye’nin sınır ötesi operasyonu sırasında Erbil’de olup bitenleri takip eden gazetecilerin büyük kısmı New City adlı villa evlerden oluşan bir otelde kalıyordu. Burası son derece sakin bir yerdi. Üstelik villalar arasında yeşil bahçeler vardı. Kimi oralarda geziniyor, kimi çayını yudumluyordu. Üstelik canlı yayın araçları da orada olduğu için yayına oradan çıkıyorduk. Böyle bir sükûnet ortamında beni şaşırtan ise, savaş muhabiri sıfatı ile yapılan heyecanlı anlatımlardı.
Çünkü “savaş muhabiri” olmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Gerçekten savaş ortamında iş yaparsınız; her zaman bombaların, mermilerin hedefinde olma riskiniz vardır. Oysa Erbil’de ne bir savaş vardı ne de Türk savaş uçaklarının Kandil dağına yönelik operasyonunun Erbil’de normal hayatı değiştirecek kadar etkisi! Her şey normaldi. İnsanlar normal hayatlarına devam ediyordu. Hatta Erbil kalesinin yanı başındaki esnafa tüm olup bitenlerle ilgili görüşlerini sorduğumda, çoğunun “Ne oluyor ki?” sorusuyla bana cevap verdiklerini hatırlıyorum.
Ama olsun… Mademki savaş muhabiriydik. Akşama kadar hayat normal gitse de, akşam ekranın karşısına geçtiğimizde habere heyecan katmalıydık ki reytinge katkımız olsun. Ancak işi biraz(!) abartanlar olduğunu sonradan öğrendim. Mesela Erbil’in hemen dışındaki mesire alanı olarak bilinen “Kandil bölgesi”ne gidilerek oradaki levhanın önünde anons çekip, sanki PKK’nın Kandil dağındaki kamplarına gitmişçesine haber yapıldığını öğrendiğimde şok olmuştum. Erbil’in en büyük hastanesinin önünde gizli çekim yaparak gerçekleştirilen (Halbuki çıkar kameranı, yap çekimini, kim ne diyecek!) heyecanlı bir hastane haberine katıla katıla gülmüştük örneğin.
Köylerde yakılan anızların dumanlarını çekerek “Türk savaş uçaklarının bombaladığı yerlerden dumanlar yükseliyor” ve bir köylünün tarlasında çalışırken çekilen görüntüsünün “Peşmergeler Türk askerine karşı mayın döşüyor” şeklinde haber yapıldığını duyduğumda “Arkadaşlar bu kadarı da fazla ama!” dediğimi hatırlıyorum.
Medyatik Kuzey Irak Operasyonu
Burada tartışılması gereken şey, medya ahlakından önce kişisel ahlak. İkisini elbette birbirinden ayırt etmek zor. Ancak aslı olmayan haberleri yapmak bir tarafa, doğru da olsa yapılan haberlerin toplumsal ve siyasal ne gibi sonuçlar doğuracağını hesaplamak da gerekiyor. Eğer haber doğru ise söylenecek söz yok. Ama olmayan bir şeyi haberleştirmeyi içselleştirmeyi meslekî açıdan tehlikeli bir gidişat olarak görüyorum.
Zaho’da lokantada yemek yerken etrafımı saran insanlar, “Gerginlik var diyorsunuz. Sokakta gerginlik var mı, hani nerede?” diye sorduklarında verecek bir cevap bulamamıştım örneğin. Bir meslektaşım o bölgedeki bir Türk iş adamının kendisine yakınmasını aktarmıştı: “Sizin yüzünüzden karımdan boşanma noktasına geldim. Akşam haberleri izliyor ve hemen beni arıyor: ‘Savaş var orada, çabuk İstanbul’a dön’ diyor. ‘Karıcığım burada savaş falan yok her şey normal’ diyorum, bana inanmıyor. ‘Doğru konuşmuyorsun. Akşam haberlerde izledim, oralarda durum çok karışık. Sana kötü bir şey olur, hemen dön!’ diyor bana. Her gün tartışıyoruz ve sizin bu yayınlarınız yüzünden boşanacak noktaya geldik.”
Kuzey Irak operasyonu aslında baştan sona medyanın etkili olduğu, gerginliğin medya üzerinden yürütüldüğü bir operasyon oldu. Sınırın bu tarafında görev yapan gazetecilerin “Şırnak şehir merkezinden” canlı yayın yaparken “sınıra sıfır noktasındayız” şeklindeki sözleri, basında alay konusu oldu. Hatta bölge halkı da medya mensuplarına isyan etti.
Ayrıca taraflar birbirlerine medya üzerinden seslenince de anlaşma zemini, birbirini doğru algılama imkanı ortadan kalktı. Türkiye’nin, “operasyonun PKK’nın konuşlandığı dağlık bölge ile sınırlı olduğu” yönündeki ısrarlı açıklamaları, sürmanşetlerde “Hedef Barzani” şeklinde atılan başlıkların gölgesinde kalınca karşı taraf da Türk ordusunun amacını “Erbil’e kadar gitmek” olarak algıladı. Dolayısıyla bir ara Türkiye’ye yönelik tepkilerde “Eğer Türk ordusu buralara gelirse onlara karşı savaşırız” diyorlardı. Ancak ne zaman ki Türk ordusunun PKK’dan başka hedefi olmadığı biraz daha yüksek sesle dillendirildi, o zaman karşı taraftan da “PKK zaten bizim için de sorundu” sesleri çıkmaya başladı.
Ancak her şeye rağmen Türkiye ve Kuzey Irak arasındaki medyatik gerginliğin en üst düzeye çıktığı günlerde dahi ne Erbil’de ne de Süleymaniye’de (Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin yaşadığı iki önemli merkez) Türkiye’ye karşı bir tepki söz konusuydu. Konuştuğum herkes Türkiye’ye karşı olumlu bir tutum içerisindeydi. Toplumun farklı kesimlerinden (siyasetçi, halk ve iş adamı) insanlara şu soruyu yönelttim: “Sizi çevreleyen İran, Suriye ve Türkiye gibi ülkelerden biri ile sınırlarınızın kaldırılması teklif edilse hangi sınırın kaldırılmasını istersiniz?” Hiç düşünmeden herkesin verdiği ortak yanıt, “Türkiye” oldu. Hatta KDP’den üst düzey bir yetkilinin şu sözlerini hatırlıyorum: “Bizim bölgede bir ağabeye ihtiyacımız var. Bu ağabey de Türkiye olmalıdır. Eğer Türkiye ağabeylik yapmazsa elbette başka bir ağabey bulunur.” Anlayacağınız medyanın gerginliği çok fazla karşılık bulamadı oralarda.
Erbil Deneyiminden Yola Çıkarak…
Sözünü ettiğimiz medyatik komikliklerin önüne geçmek için, öncelikli olarak Ortadoğu’ya gönderilecek muhabirlerin, az da olsa bölgeyi bilenlerden seçilmesi gerekiyor. Başka alanlarda gazetecilik yapan bir arkadaşı, hiçbir ön hazırlık yapmadan dünyanın en karmaşık bölgesine gönderirseniz ne kadar sağlıklı haber alabilirsiniz ki? En acil olarak yapılması gereken şey ise, televizyonların haber bültenlerini reyting kapsamından çıkarmak. Türkiye’nin selameti açısından bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Muhabirlerin bunca yırtınmasının arkasındaki temel nedenlerden biri, habere heyecan katmadığı, abartmadığı zaman haber merkezinden “fırça yeme” korkusu. (Ve bir süre sonra bu bir alışkanlık haline geliyor. Ondan sonra haber merkezinden de birilerinin araması gerekmiyor. Asıl felaket de o zaman başlıyor.) Çünkü haber merkezi sorumluları da ertesi gün gelecek reyting raporlarındaki sıralamayı merakla bekliyor.
Bundan dolayı televizyon haberciliğine kalite gelmesi için haber bültenlerinin reyting hesaplamasının dışında tutulması kaçınılmaz bir durumdur. O zaman herkes haberini yapar ve değerlendirmeyi izleyiciye bırakır. Böyle bir kararı da RTÜK’ten veya başka kurumlardan beklememek gerekir. Televizyoncuların kendilerinin böyle bir karar alması daha doğrudur.
Paylaş
Tavsiye Et