TAHIL ve bakliyat fiyatları roket hızıyla yükselince, kapitalist sistemimizin efendileri günah çıkarmaya başladılar. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick ve IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, dünya genelinde artan gıda fiyatları konusundaki kaygılarını dile getirdiler. Zoellick, geçen yıl ABD ve Avrupa’da benzin fiyatlarına odaklanıldığını belirterek, “Bazıları yakıt depolarını doldurma konusunda kaygılıyken, dünya genelinde diğer bazıları da midelerini doldurmaya çalışıyor ve bu her gün daha da zor oluyor” dedi. Birçok gelişmekte olan ülkede yoksulların gelirlerinin %75’inin yiyecek harcamalarına gittiğini belirten Zoellick, temel gıda maddelerinin fiyatları arttığında bunun etkisinin çok kuvvetli olduğunu söyledi. Strauss-Kahn da yiyecek fiyatları konusunda benzer uyarılarda bulundu. Strauss-Kahn, gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle Afrika’da yiyecek fiyatlarının yüksek seyretmesi durumunda çok kötü sonuçlar doğabileceğini belirtti. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez ise artan gıda fiyatlarının dünya yoksulları için katliam olacağını ve küresel çapta bir beslenme krizi yarattığını kaydetti. Chavez, BM’nin açlık ve yetersiz beslenmenin neden olduğu ölümlerle ilgili verilerine atıfta bulunarak “Dünyada şu anda yaşanmakta olan, gerçek bir katliamdır” diye konuştu. Chavez’e göre sorun, gıda üretiminden değil, dünyanın ekonomik, sosyal ve siyasi modelinden kaynaklanıyor; zira kapitalist düzen kriz yaşıyor.
Chavez’e Türkiye’den iki destek geldi. Şu anda BM Kalkınma Programı Başkanı olan Kemal Derviş ile Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince adeta 1970’lerin Marksist jargonuyla konuşmaya başladılar. Derviş, kapitalizmin yeni bir dönemsel krize girdiğini söylerken, Özince “İnsanların büyük yoksulluk çektiği bir dünyada, yüksek kâr iştahının sebep olduğu denetimsizlikler yüzünden insanlığın refahına gidecek paraların krizlerde kaybolması bir skandaldır” diyor. Hatırla Sevgili etkisini çok iyi gösteriyor!
Marksist İshak, Liberal Jack’e Karşı
Fortune dergisi 1999 yılında Henry Ford’u yüzyılın girişimcisi, Jack Welch’i ise yüzyılın yöneticisi seçmişti. General Electric firmasını 20 yılda (1981-2001) 14 milyar dolar değerinde bir şirketten 410 milyar dolar değerinde bir şirkete dönüştüren bu hırslı adam, şirketlerin “ya sektörlerinde 1 numara olmalarını, yahut ikinci olup gözlerini birinciliğe dikmeleri gerektiğini” söylüyordu. “İlk ikide değilseniz sektörü terk edin!”
Nisan ayı içinde Türkiye’de bir konferans veren 20. yüzyılın CEO’su, “İnsan potansiyeliniz var. Eğer stratejinizi belirler ve iyi uygularsanız, Türkiye’yi dünyanın merkezine oturtursunuz” dedi. Küreselleşmeyi harika bir olay diye nitelendiren Welch, fikrini şöyle savundu: “Birbirimize ne kadar bağlanırsak barışı koruyabilme şansımız o kadar artar. Çin’e, Hindistan’a bir bakın. Milyonlarca insan küreselleşme sayesinde hayat standardını yükseltti. Elbette mükemmel bir sistem olmayabilir ama şu ana kadar sahip olduğumuz en iyi sistem bu.”
Konferansın soru-cevap bölümünde Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton, petrol fiyatlarının 110 dolarlı rakamlara ulaştığına, petrol üreticisi ülkelere yılda 1,5 trilyon dolarlık bir kaynak gittiğine ve artan enerji fiyatları nedeniyle gıda fiyatlarının da anormal oranda yükseliş kaydettiğine dikkat çekerek, “Bu durum binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine ve hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marks’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor? Bunu burada birlikte yapabilir miyiz?” diye sordu. Salondakilerin hepsi ya işadamı veya profesyonel yöneticiydiler. Buna rağmen salon alkıştan inledi.
Alaton’un sorusunun salonda bulunanlardan yoğun alkış alması üzerine Jack Welch, “Sanırım salonda bulunanlar, sorunun içeriğine değil de akıllıca ve komik olmasına alkış tuttular. Yoksa burada bulunan hiç kimsenin serbest piyasa ekonomisine bir inançsızlığı olduğunu zannetmiyorum” diye karşılık verdi. Welch, “Kapitalizmin birtakım eksikliklerine rağmen, mevcut sorunlara ve ihtiyaçlara yine de en iyi cevap veren bir sistem. Mükemmel çalışmasa da günümüzün ihtiyaçlarına en iyi çözüm yollarını sunuyor. Günümüzde herkesin hemen her konuda farklı fikirleri var. Bu da serbest piyasa ekonomisinin kötü yanı denebilir. Yoksa Karl Marks’ı mevcut sorunlara bir çözüm yolu olarak görmek saçmadır” diye konuştu.
Herkesin nerde durduğunu iyi bilmesi ve açık olması gerektiğine işaret eden Welch, “Çalışanlarınıza karşı her düzeyde açık olun ve onlarla ilişkide dobra dobra konuşun. Yoksa bir yere varamazsanız. En üstteki kesimi yeni başarılara yöneltirken, sağlam duran orta kademeyi daha iyiye teşvik edin ve en alta kalan %10’a da çıkış kapısını gösterin. Bu zalimlik değil, ilerlemedir” dedi.
Kapitalizm İlerleme midir?
Kapitalizmin dostları da düşmanları da sayısız. Ayn Rand’a göre, tarihte hiçbir siyasi-ekonomik sistem, değerini böylesine belagatle kanıtlamış ve insanlığa bu kadar büyük faydalar sağlamış değildir. Günlük tecrübe de Rand’ı doğruluyor gibidir: Düne kıyasla daha çok üretip tüketiyoruz; kişi başına milli gelirimiz her geçen gün artıyor; dedelerimiz çarık giyiyordu, biz fabrika malı deri ayakkabılar giyiyoruz, at arabası yerine otomobil veya uçakla yolculuk yapıyoruz, vesaire. Bu gelişme dünyanın her yerinde eşit bir düzeyde görülmeyebilir; ama genel olarak insanlığın maddi bakımdan “ilerlemekte” olduğu, su götürmez bir gerçek gibi geliyor insana. Ve görünürde, insanlığın büyük bölümü bu ilerlemeye can atıyor!
İçinde yaşanılan toplum sisteminin gerçek mahiyetine ancak arifler nüfuz edebilir. Yıllar önce İslam dergisi Prof. Orhan Okay ile bir söyleşi yayımlamıştı (Ekim 1996). Edebiyat hocamıza yöneltilen soru basitti: “1940’lı yılların İstanbul’unda insanlar arası ilişkiler nasıldı, çocukluğunuz nasıl bir ortamda geçti?” Cevap çok kısa ve netti: “İnsanlar birbirlerini tanırdı. Hangi evde kim var bilinirdi. Herkesin iyi veya kötü bir evi vardı. 1930’larda İstanbul’da çok az sayıda kiracı vardı. Anadolu’dan gelen işçilerin kaldığı bekâr odaları vardı. Bunun dışında kiracı kavramı yoktu.”
Kırk yıl sonraki çocukluğumun Ağrı’sı da aynen böyleydi. Ne kadar yoksul olursa olsun, evsiz bir aile düşünülemezdi. (Aile kurmanın adı evlenmek değil miydi? Batı dillerinde evlenmek anlamına gelen marriage ise kocaya tâbi olmak demekti!) Ağrı’da sadece Batı’dan gelen subay ve memurlar kiracı olurlardı; kiraya verilecek evlerin sayısı da çok sınırlıydı. Netice: Bugün neredeyse herkes işçi veya memur sıfatıyla “bekâr odaları”na mahkum edilmiştir. Büyük şehirlerdeki nüfusun dörtte üçü kirada oturuyor. İlerleme bu mudur?
Amerikalı serazat sosyolog C. Wright Mills, yarım yüzyıl önce, insanların, “özel hayatlarının bir dizi tuzaktan ibaret olduğu duygusuyla” yaşadıklarını söylüyordu. Bu tuzağa yakalanmış olma duygusunun altında, toplumların bizzat yapılarında meydana gelmekte olan devasa gayrişahsi değişimler yatıyordu. “Çağdaş tarihin gerçekleri aynı zamanda münferit erkek ve kadınların başarı veya başarısızlıklarına dair gerçeklerdir. Bir toplum sanayileştiği zaman, köylüler işçi olur; feodal bey ya tasfiye olur veya işadamlığına soyunur. Sınıflar yükselip düştüğü zaman, insanlar iş bulur veya işsizleşir; yatırım haddi yükselip düştüğü zaman, insanlar yeniden cesaretlenir yahut ümitsizliğe kapılır. Savaş patlak verdiğinde, sigortacı roket mühendisi olur; mağaza memuru ise radarcı; evli hanımlar yalnız yaşar, çocuklar babasız büyür. Ne bireyin hayatı, ne de toplumun tarihi, her ikisini birden anlamaya çalışmadan anlaşılamaz.”
Bireyin hayatı, toplumun tarihi. Topyekun bir tahlil yapmadan asla anlaşılmayacak gerçekler. Fakat böyle bir tahlil yapılabilir mi? Daha vazıh söylersek, içinde yaşanılan bir tarihsel sistemin bilançosu çıkarılabilir mi? Jack Welch’in kapitalizm bilançosu doğru mudur?
Mahşerin Atlıları: Savaş, Açlık, Hastalık
Beşer hayatının başlıca maddi sefaletleri nelerdir? Hıristiyan tasavvuru “mahşerin dört atlısı” diye nitelendirdiği felaketleri şöyle sıralar: Savaş, iç savaş, kıtlık ve (salgın hastalık ve vahşi hayvanların sebep olduğu) ölüm. Bu dört atlı dünyaya dehşet salan, barış ve huzuru bozan, insanları zevk ve tatminden alıkoyan mazarrat-ı dünyevîyedir.
Alatonvari bir duruşu olan Wallerstein’e göre dünya dinleri bu felaketler karşısında insanoğluna mümkün olan her teselliyi sunmaya çalıştılar; ama tam bir siyasi (yani, dünyevi) çözümün olmadığını da ihsas ettirdiler. Mesiyanik bir çağ (mesela, Mehdi) gelinceye veya bir şekilde tarihin ötesine geçilinceye kadar, bu şerler kaçınılmazdı. Kapitalist medeniyet, “tarih içinde tarihin ötesine geçme” iddiasına sahip olan ilk medeniyettir: Kaçınılmaz şer problemini çözen, yeryüzünde Tanrı’nın krallığını kuran, sözün kısası, “mahşerin dört atlısı”nı alt ettiğini söyleyen bir medeniyet. Kapitalizmin savunucuları, işin başından beri, sistemin, sınırları dâhilinde yaşayan bütün insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabildiğini iddia edegeldiler. Anahtar kavramları, üretimin verimliliği idi. Bu sayede kolektif servet muazzam ölçüde arttırıldı. Bu servet eşitsiz bir tarzda bölüştürülmüş olsa bile, herkesin daha önceki tarihsel sistemlerde mümkün olan seviyenin üzerinde bir pay alması teminat altına alınabildi. Görünmeyen elin marifetiydi bu. Kapitalist sistem bu yüzden daha önceki sistemlerden farklı ve üstün olmakla kalmıyor, biricik doğal sistem olarak resmediliyordu.
Ayn Rand’a göre, temel mesele “insanın hür olup olmadığı”dır ve insanlık tarihinde insanın hür olabildiği tek sistem kapitalizmdir. “Kapitalizm, mülkiyet dâhil olmak üzere birey haklarının tanınmasına dayanan, bütün mülkiyetin kişilere ait olduğu bir sosyal sistemdir. Kapitalist toplumda bütün beşerî ilişkiler ihtiyarîdir. İnsanların, başkalarının fikirlerine uymama hakları vardır. Bu hakkı koruyan ve uygulamaya sokan şey, özel mülkiyet kurumudur. Bu hak ve bu kurum, insanoğlunun en değerli niteliğine giden yolu açık tutar: Yaratıcı zihin.” Kapitalizm ile Rand’ın topluca kolektivizm diye nitelendirdiği bütün diğer sistemler arasındaki büyük fark budur.
Teoride herkesin mülk sahibi olabildiği, ama uygulamada insanların beşte dördünün evlerinin bile özel mülkiyetinden mahrum edildiği bir sosyal sistemde, Welch’in altını çizdiği “başkasının fikrine karşı çıkma” hakkı ne ölçüde korunabilir? Bu bağlamda, sanayi toplumunun işçisi Ortaçağ’ın toprak kölesinden ne kadar daha hürdür? Çağdaş antropologlardan Jack Goody, üzerinde çalıştığı Afrika kabilelerinden birinin reisini İngiltere’ye götürür. Cambridge’de Phillips’e ait elektronik fabrikasını dolaşırken, uzun bir hat oluşturan kız işçilere rastlarlar. Başları önlerinde, bir robot dakikliğiyle çalışan; birbirleriyle konuşmayan; durakladıkları her an kayda geçirilen işçiler şefi çok şaşırtır ve Goody’ye sorar: “Bunlar köle mi?”
Rand’ın ima ettiği şey, önündeki engelleri kaldırdığımız yaratıcı zihnin, “mahşerin dört atlısı”na galebe çalmamızı tarihte ilk defa imkan dâhiline sokmuş olduğudur. Peki, bunun kanıtı nedir? Kadim şerlerin yok edilmiş (ve yerlerine yenilerinin getirilmemiş) olduğunu nereden biliyoruz? Cevap basit: Günlük tecrübemizden. Etrafınıza bakın bir: Modern dünya, bilinen bütün dünyalardan daha zengin değil mi? Teknolojik ilerleme baş döndürücü değil mi? Herkesin hali vakti eskiye nazaran daha iyi değil mi? Daha da önemlisi, kapitalizmin tam uygulandığı ülkeler en zengin ve ekonomik bakımdan en ileri ülkeler değil mi?
Birinci kareye geri döndük: Maddi bir ilerleme var; ama bu ilerleme “mahşerin dört atlısı” ile başa çıkmamıza gerçekten yaradı mı? Yoksa atlılar koşularını sürdürürken, onlara yeni atlılar mı katıldı? Wallerstein, Myrdal ve Galbraith’den yararlanarak cevaplandırmaya çalışalım.
Açlık Kalkmadı, Açlar Çoğaldı
Kapitalizm, açlığa karşı mücadelede başarılı olabildi mi? Kıtlık, bu üretim cenneti(?) medeniyette eski zamanlara göre daha az şiddetli bir tehlike midir? Kapitalizm gibi kazanç ve dolayısıyla üretim-temelli bir sosyo-ekonomik sistemin aynı zamanda ciddi bir sefalet ve açlık tehlikesine yol açmış olması bir çelişki midir?
Kapitalizm-öncesi çağlarda insanlığın temel problemi üretimi her yıl etkileyebilen kısa vadeli iklim değişimleriydi. Taşımacılık sistemleri zayıf, uzun vadeli depolama imkanları sınırlı ve bireylerin para rezervleri hemen her yerde ender olduğundan, yiyecek maddelerinin yerel arzındaki herhangi bir önemli azalma çabucak büyük sorunlara yol açabiliyordu. Teknolojik ilerlemeler bugün dünyanın birçok (belki de çoğu) kısımlarını öngörülebilir kısa vadeli iklim sapmalarına karşı koruma altına almış bulunuyor. Fırınlarımızın yarın ekmek pişireceğinden emin gibiyiz.
Peki, ya öbür gün? Ya çevre şartlarındaki orta vadeli değişimler? Bize kısa vadede doğal biyosferik şartlara müdahale imkanı veren aynı teknolojik ilerlemeler, orta vadede biyosferik şartları altüst etmiştir. Ormanların yok edilmesi, savana bölgelerinin çölleştirilmesi gibi gelişmeler bütünüyle toplumların ve onların uzun vadeli yiyecek arzlarının mütemadi imhasını içermektedir. Yirminci yüzyılda o kadar ileri giden kimyasal-biyolojik kirlenmenin yol açtığı zayiatı değerlendirmekten bile aciziz. Şayet ozon tabakası daha fazla tüketilirse, canlıların (hem doğrudan hem de yiyecek arzı üzerindeki etki yoluyla dolaylı) imhası devasa boyutlara ulaşır.
O halde, bir yanda toplam üretimde ve yiyecek üretiminin üretkenliğinde çarpıcı bir genişleme; diğer yandaysa olağanüstü ölçüde çarpıtılmış bir dağıtım sistemi meydana gelmiştir. Bu durum dünya nüfusunun çoğunluğu, özellikle tabandaki yüzde 50-80 arası kısım için kısa vadeli tehlikelerin yerine orta vadeli tehlikeleri ikame etmiştir. Myrdal’a göre, dünyadaki sefalet sorununu tartışan hemen hemen bütün insanların sistemli biçimde görmezden geldikleri temel bir gerçek, bütün bilginin, tıpkı bütün cehalet gibi, fırsatçı bir yönde hakikatten sapmaya meylettiğidir. Geçmişteki bir düşünürü değerlendirirken, onun “yaşadığı çağın ürünü” olduğunu söylemekten zevk duyarız; fakat nedense kendimiz için aynı şeyi düşünmez, hangi etkilerin altında fikir “ürettiğimizi” hesaba katmayız. Açlık ve sefalet hakkında söylenegelenlerin büyük kısmı “sömürgeci söylemi”dir. Efendilerin diliyle konuşuyoruz.
Mesela, Batı dışı dünyanın sefaletini genellikle doğal şartlara bağlamaya meylederiz. Galbraith, bunun temelsiz bir mit olduğunu söylüyor: “Japonya yoksul bir ülke olsaydı, sefaleti doğal şartlarında aranabilirdi. Dağlarla kaplı, verimli toprağı çok az, maden yatakları kıt, petrolü yok bir adacıklar kümesinde milyonlarca insan yaşıyor. Japonya’nın katastrofik derecede ürkütücü doğal donanımından hiç söz edilmez, çünkü ülke zengindir. Şayet yoksul olsalardı, Tayvan, Hong Kong, İsrail ve Güney Kore hakkında da benzer sözler edilecekti.”
Galbraith haklı: Açlık ve sefalet, doğal durumdan değil, sistemin adaletsiz işleyişinden kaynaklanıyor. Ve bu işleyiş, doğal dengeyi her geçen gün sarstığından, orta ve uzun vadede bizzat efendiler için yıkıcı olma tehlikesini de içinde barındırıyor. Akıl alır gibi değil ama insanlık tarihinin üretim şampiyonu kapitalist medeniyete açlıkla bağlantılı “hal ve gidiş”ten geçer not vermek mümkün gözükmüyor.
Paylaş
Tavsiye Et