AK PARTİ’YE yönelik kapatma davası sürecini başlatan olaylar dizisi arasında, başörtüsü yasağının kaldırılması, Ergenekon soruşturmasının genişletilmesi, cumhurbaşkanının seçilmesi, hatta Kıbrıs olduğu yönünde iddialar öne sürülüyor. Bunlar elbette dava ile doğrudan ilişkili. Ancak zannımca bu sürece yol açan en önemli faktör, tam da Türkiye’deki iktidar dengesini değiştirecek bir müdahale olan, ATV-Sabah Grubu’nun Çalık Grubu’na satılmasıdır. Medyanın halleri ya da kitle iletişim araçlarının ahlakı konuları, iyelik ilişkilerinin değişmesi ve iktidar dengesinin sarsılması söz konusu olduğunda ikinci planda kalmaktadır. Medya satışları sadece basit bir satış ya da el değiştirme çerçevesini aşan bir muhtevaya sahiptir. İşte tam da bu yüzden başörtüsü sorunu bir noktaya kadar alışılabilir olsa da, medya konusunun gündeme gelmesi en üst perdeden tehditler eşliğinde “Yüce Divan” çığlıklarıyla karşılandı.
28 Şubat sürecinde “sivil toplum kuruluşları” ve medyanın, yönetici elit tarafından işlevlendirilme biçimi, 28 Şubat mağduru kesimlerin iktidar analizinde kırılmaya yol açtı. Devleti bir kapma aygıtı ya da ele geçirilebilecek bir kale olarak görme eğilimindeki iktidar analizleri, önceleri sadece siyaset aygıtına yöneliyordu. Bu çerçeveyi biraz daha aşabilen iktidar perspektifi ise var olanlara paralel kuruluşlarla iktidar macerasını yönlendiriyordu; odalar, kurumlar, insan hakları örgütleri, medya ya da başına İslamcı ibaresi koyulabilecek paralel oluşumlar gibi. Ancak bu çerçeve, iktidarın asimetrisini değiştirmekten ziyade, paralel oluşumlarla yönetici elitler karşısında mevzi kazanmayı hedefliyordu.
Bu tür paralel yapılanmalar şu açılardan yetersizdir: Birincisi, bu yaklaşımla iktidar algısı kapma aygıtına hedeflenerek, hegemonya arayışını yani farklı kesimlerle ittifak arayışlarını engelleyici bir özellik taşır; paralel yapılar, bu yapıları kuranları fazlasıyla içe kapatıp kendine özdeşleştirerek hegemonya için gereken ittifak arayışını zorlaştırır. İkincisi, paralel yapılar kurumsal hafızaya sahip olmadığından her şey yeni baştan öğrenilir; mevcut yapıların yönetim tecrübesinden yararlanılamadığı için “Amerika yeniden keşfedilir.” Bu tecrübe açığı yurtdışında kapatılmaya çalışılsa bile mevcut yapıların Türkiye’ye has özellikleri öğrenilemeyeceğinden hep eksik kalır. Üçüncüsü, paralel yapılar kadro yetiştirme noktasında işe yarasa da, o alandaki iktidar mücadelesinde var olan asimetrik dengeyi değiştiremez; değiştirse bile bu son derece kısıtlı kalır.
Mevcut duruma bakarsak, aslında medya satışları üzerinden koparılan gürültünün asıl sebebi, yukarıda bahsedilen iktidar anlayışının değişmesinin en görünür alanı olmasından kaynaklanıyor. Yeni satın alınan medya kuruluşları öncelikle medya piyasasındaki asimetrik iyelik ilişkilerini değiştirdi. Sıfırdan bir gazeteyle başarı, ancak yıllara yayılarak edinilebilir. Oysa mevcut medyanın iyelik biçiminin değişmesi, hem hazır muhatabı olan bir medya yapısını kurma olanağı verirken hem de iktidar mücadelesindeki dengeleri değiştirir. Örneğin, ATV-Sabah grubunun piyasaya yeni bir sahiple girmesi, medya piyasasındaki en önemli ikinci gücün el değiştirmesidir. Bu da 28 Şubat benzeri bir medya-propaganda ilişkisinin daha başından engellenmesi anlamına gelir. Türkiye’de kapatma davasına yol açacak kadar önemli olan bu satışların ardındaki en önemli sebep, psikolojik savaş aygıtı olarak medyanın kullanılma ihtimalinin azalması, bu azalmayı takiben hemen müdahale edilmezse kaybın uzun vadede daha da büyük olacağı kaygısıdır.
Bunun nedenlerine gelince, ilk olarak, son medya satışları, AK Parti’nin temsil ettiği siyasi/toplumsal kesimin iktidar algısının değiştiğinin işaretidir. Paralel yapılar dışındaki kurumların satın alınması iktidarı kapılacak bir şey olmaktan çok paylaşılması, rakiplerle tanışılması, pazarlık yapılması gereken bir şey olarak görüldüğünün delilidir. Bu yapılarda tasfiyeye değil ufak değişikliklere gidilmesi bunun işaretidir. Aynı mekanı paylaşmak hegemonya bloğuna katılacak grupları tanımak için en önemli yoldur. En önemlisi ise mevcut medya piyasasındaki iktidar dengesi değişmiştir. İkincisi, bahsi geçen medya yapılarını işletecek kadrolara sahip olmayan bu kesim, satın almalar yoluyla Türkiye’deki medyanın kurumsal hafızasını da tevarüs etmiştir. Siyasi görüşü nedeniyle bu kurumlarda kendisine yer bulamayan kişilerin önünde yeni imkanlar açılmış, dolayısıyla tecrübenin yanı sıra önemli bir istihdam alanı yaratılmıştır. Üçüncüsü, bu yapılarda yaşanan yetişmiş eleman sorunu iktidarın siyasetten ibaret olmadığını, tecrübenin, iş bilmenin, kalitenin, dolayısıyla birçok alanda yetişmiş insan ihtiyacının ne kadar önemli olduğu gerçeğini görünür kılmıştır.
Yukarıda yaptığımız analiz, eksiği ya da fazlasıyla, iktidar anlayışında bir değişimin başladığını gösteriyor. Bunun avantaj ya da dezavantajları bir yana, ne işe yaradığı analiz edilmelidir. Zira Türkiye’deki iktidarını medya, yargı, sivil ve askerî bürokrasideki kadrolaşmasına borçlu olan kesim, rakip olarak gördüğü kesimin şimdi bu tür alanlarda tecrübe sahibi olmasını hazmedemiyor. Uzun vadede, bu tecrübe kazanan kadroların Türkiye’deki iktidar paylaşımını bir daha geri dönülemez şekilde değiştireceği öngörüldüğünden -artık bazı işler bazı ailelerin tekelinde olmayacaktır- ciddi bir panik durumu yaşanıyor. Şu anda medyayı elinde tutan isimlerin siyasi geçmişlerine bakıldığında, her ne kadar bu kadrolar artık eski çizgilerini muhafaza etmeseler de, medya üzerindeki inisiyatiflerini eski çizgilerinin istikametinde kullandıkları aşikârdır. Medyadaki satışlardan duyulan kaygı, bu kesimin Türkiye’deki medya tekelinin kırılmasıyla birlikte, önümüzdeki 20 yılda benzer bir durumu kendi aleyhlerinde bu defa rakip özneler tarafından tekrarlanabilecek muhtemel bir gelişme olarak değerlendirmesinden kaynaklanıyor.
Bu imkanın kuvveden fiile geçmesi uzun vadede Türkiye’yi ve Türk medyasını demokratikleştirecektir. Şu anda yapılması gerekense, ilk önce “adam yok” laflarının bir kenara bırakılması; daha önce gelişme imkanı bulamadığı için güdük kalan yetenekli isimlerin önünün adil, paylaşımcı ve uzun vadeli bir proje ile açılmasıdır. Zira aynı şekilde üretilebilecek partizan ya da kayırmacı bir yaklaşım ancak ufuk kapatıcı olacak ve hüsrana yol açacaktır. Medya satışlarıyla başlayan bu sürecin yerleşmesi durumunda, Türkiye’de mündemiç kronik iktidar tekelinin normalleşmesiyle belki bir 10 yıl sonra medya ahlakından ya da kuramsal bir medya okumasından bahsetme lüksümüz olabilecektir.
Paylaş
Tavsiye Et