DÜNYA ekonomisinde yaşanan sıkıntının neresindeyiz belli değil. Her gün üst düzey yöneticilerden veya akil adamlardan birbirini tekzip eden çelişkili açıklamalar gelmeye devam ediyor. Süreç Türkiye de dâhil olmak üzere bütün dünyayı zor bir durumda bıraktı. Bu zor durum nedeniyle Türkiye’de cari açık ve enflasyon hedefi bir hayli sektirildi. Dahası ekonomide büyüme oranı geriledi ve işsizlik oranı 2001 krizinden sonraki en üst düzeye çıktı.
Buna bir de Türkiye’nin uluslararası itibarını zedeleyen ve “Acaba yine o bilinen Türk hastalığı geri mi döndü?”, “Türkler istikrarı kursa da bunu sürdürme kabiliyetine sahip değil midir?” sorularını gündeme getiren siyasi istikrarsızlık ilave edildiğinde, ülkenin üzerinde dolaşan kara bulutların bir hayli derin olduğu farkediliyor.
Bu şartlar altında 2002 yılından beri uygulanmakta olan istikrar programının, istikrarı sağlama yolunda başardığı kazanımların da birer birer geri gidebileceği bir ortamın ayak sesleri duyuluyor. Acaba bu durumdan çıkmak için neler yapılmalı? Bu konuda başlıca iki çözüm önerisi bulunuyor:
Siyasi istikrarsızlığın nedeni olan ve adına “yönetemeyen sistem” diyeceğimiz atanmışlar erkinin ıslah edilip demokrasi, yani milli egemenlik çizgisine çekilmesi gerekiyor.
IMF istikrar programı başlangıç amaçlarını yerine getirerek istikrar göstergelerinde belli bir mesafenin alınmasına katkıda bulunmuş olsa da, “güçlü ekonomiye geçiş” programı bağlamında sonuç alınması için bu programdan çıkılmalı; istikrarı derinleştiren ve üretim ekonomisini tahkim eden tedbirlere öncelik verilmelidir.
Bu yazıda hükümetin ikinci şık bağlamında atmaya çalıştığı adımları değerlendireceğiz.
Malum, her ağzımızı açtığımızda “reformlar”dan bahsederiz. Ancak aslında reform demek, kısaca hükümetlerden bir “kaynak” talep etmek anlamına gelir. O halde, hükümetin kalkınma hamlesini harekete geçirmek üzere yeni bir mimari ve bunun finansman kaynaklarına ihtiyacı vardır.Mayıs ayı başında hükümetin AB’ye de sunduğu Orta Vadeli Mali Çerçeve önümüzdeki yıllarda kamu finansmanın nasıl sağlanacağına ilişkin tahminleri ve hedefleri ortaya koyuyor. Pek açık olmayan, izaha ihtiyaç gösteren ve şekiller ve tablolardan müteşekkil olan programın muhtevasına bakıldığında 2001 yılından beri sürdürülen IMF programından fiilen çıkıldığı görülüyor.
Esasen IMF ile yine de bir anlaşma yapılacağı anlaşılıyor. Ancak bu bir “program sonrası gözden geçirme anlaşması” şeklinde olacaktır. Bağlayıcılığı ve şartları olmayacaktır. Zorunlu olmasa da Türkiye’nin uluslararası platformdaki kredibilitesi korunmuş olacağından bu anlaşmanın yapılmasında bir beis yoktur.Önemli olan husus,bu sefer şartları IMF’nin değil, Türkiye’nin koyacak olmasıdır. Zira “yeni” program yerli olacaktır ve bizim için oluşturulacaktır. Hedef üretim, gelir dağılımı adaleti, rekabetçi üstünlüklerin geliştirilmesidir. Zaten hükümetin yeni bir kalkınma mimarisinin gereği konusunda IMF’yi başarıyla ikna ettiği görülüyor. Bu yüzden 7. Gözden Geçirme imzalanmış, 3,6 milyar dolarlık son kredi limiti de serbest bırakılmıştır.
Hükümetin yeni açıkladığı programda özel sektör ve kamu sektörü arasında piyasa uyumlu bir sinerji öngörülüyor. Küresel ısınmada Türkiye’nin gıda güvenliğini, bölgeler arası gelişmişlik farkını, yoksulluğu, terör illetini de dikkate alarak hükümet GAP projesine ivme kazandırdı.
2008-2012 arasını kapsayan programa göre hükümet harcamaların finanse edilmesi için, önceleri GSYH’nin %6,5’i olarak tayin edilmiş olunan Faiz Dışı Fazla (FDF) hedefini önce %4,5, ardından da %3,5 düzeyine çekiyor. Ayrıca işsizlik fonunda biriken kaynaklardan da faydalanarak yeni kalkınma hamlesi için kaynak oluşturuyor. Bu kaynaklar toplamda yaklaşık 7-8 milyar YTL kadar bir büyüklüğe ulaşıyor.
Bazıları bu uygulamayı hükümetin mali disiplinden saptığı şeklinde değerlendirerek adeta peşinen “tutmayacak enflasyonun sorumlusu” olarak ilan etmeye kalkıştı. Açıkçası Merkez Bankası (MB) da aşırı strese girdi, gereğinden fazla rol aldı. FED faizi dolu dizgin düşürürken oldukça muhafazakâr davranan ve enflasyon bağlamında pek bir yol alamayan MB, faiz yükseltmede oldukça “şahin” davranıp, faizi bir çırpıda yarım puan artırdı. Enflasyon, arz şokuna dayalıdır. İkincil etkileri ise tüketimde daha belirginleşmiş değildir. Bu şartlarda faizin enflasyonu düşürmesi hem zor hem de bedeli çok ağır olacaktır.
Bu şartlarda “Bari başka işleri yarım bırakmayalım” denilmelidir. “Başka işten” kasıt, öncelikle hiç olmazsa makul bir büyümeyi sürdürmektir. Bizde MB kendisine sadece “fiyat istikrarını temin etmek görevi verildiği” iddiasıyla çok sıkıştığında “Büyüme umurumda değil” diyebiliyor. Son günlerde tüketici güven endeksi düşmeye devam ediyor. İç talep bir hayli daraldı, sanayi üretimi ise iyice ivme kaybetti. Buna göre büyümenin bir hayli yavaşlayacağı görülüyor. Bu gidişle hem enflasyon hem de durgunluk aynı anda gerçekleşecektir. Böylece, ne cari açık ne de enflasyon makul düzeye çekilmiş olur. MB bu üç sonucu birden üstlenmeye hazır mı?
Bu açıdan bakınca aslında hükümetin enflasyonist olmayacak bir yöntemle MB’nin sürekli faize sarılan bu daraltıcı tavrını dengeleyici davranışlara yöneldiğini ve bunun isabetli bir tavır olduğunu ifade etmek gerekiyor. Hükümet, harcamaları para basarak ve borçlanarak yapmayacak. Yani kimse “enflasyonla kaynak yaratıyor” değil. Gerçekte, varolan kaynakların kullanımındaki bileşim, kalkınma ve halk için yeniden düzenleniyor.
FDF hedefi azaltılarak elde edilen kaynaklarla yatırımlara, eğitime, altyapıya harcama yapılması konusunda 22 Temmuz seçimlerinden beri bütün partiler arasında bir vaat yarışı vardı. Hükümetin sadece bütçe açığı rakamları değil, aynı zamanda borç stokunu düşürme ve özelleştirme uygulamalarına devam etme gibi son derece sağlam bir çerçevesi de bulunuyor. Nitekim FDF hedefi düşürülürken, bütçe açığı 2007 yılında %1,6 düzeyinden, 2008 yılında %1,4 düzeyine çekildi. Yani mali disiplinde bir sorumsuzluk yok.
2008 yılı da dâhil olmak üzere, Türkiye’nin 2011 yılına kadar “enflasyonu tek hanede tutmak ve %4-5 civarında bir büyüme kaydetmek” hedefine sadık kalması gerekiyor. Ancak iç ve dış ortamın düzelmesiyle beraber Türkiye’nin hızla yüksek büyüme patikasına geri dönebilmesi için reformların ilerlemiş ve üretim ekonomisinin önü açılmış olmalı. Yoksa işsizlik ve gelir dağılımında yaşanacak bozulmaya ilaveten kamu borcunu düşürme hedefi de sekteye uğrar.
Bilindiği üzere borçların düşmesi büyümeye, FDF hedefine ve reel faizlere bağlıdır. Büyümenin ve FDF’nin düşürülmesi ile reel faizlerin artacak olması, borcun düşmesini engelleyen risk unsurlarıdır. Reel faizlerin artacak olmasının bir nedeni de Türkiye’nin artan risklilik algılamasıdır. Bunun için IMF ile bir program sonrası gözetim anlaşması yapılması ve AB reform sürecine sahip çıkılması önemlidir. Bu şartlar altında birkaç senelik bir maliyetten sonra Türkiye yoluna doludizgin devam edebilir.
Paylaş
Tavsiye Et