TALİHSİZ bir dava, aklı başında kimseye güven vermeyen bir yargılama süreci. Sonuç: Ne şiş yansın ne kebap! Hükümet “yandaşı” gazeteler sözbirliği edercesine “Türkiye kazandı” başlığını attılar. Hangi Türkiye?
Bir halk yığını, devleti varsa millet olur. Devletliğin neredeyse tek şartı: Hukuk. Bir sözleşmedir devlet: Canını, aklını ve malını korumak isteyen fertler ile (topladığı vergi karşılığında) onları koruma sözü veren yönetici erk arasında imzalanan bir akit.
Sözleşmeyi yapmak, bilgi gerektirir, uygulamak ise ahlâk. Bizde ikisi de yok, diyordu Cemil Meriç 44 yıl önce. Neden, kimin yüzünden? “Ayağa kalk üniversite, katil sensin!” Bu cevabı 27 Mayıs darbesinden 5 yıl sonra veriyordu Meriç. Sıradan bir felsefe hocası olan Adnan Benk, sosyalizme dair basit bir kitabı çevirdiği için tutuklanmıştır. “Üniversitenin verdiği bilirkişi raporu ile tevkif edildi. Üniversiteden diplomalı hâkimlerin karşısına çıkarıldı. Dünyanın üçte biri Marksist. Biz hâlâ Marx’ı okuyanları cüzamlı gibi tecrit ederiz. Kim yapar bunu? Aydın. Ne aydını? İktisat doçentidir, sekiz sayfa Marx okumamıştır hayatında. Hukuk doçentidir, hâlâ Atatürk’ten başka dâhi tanımaz ve kendi gölgesinden korkar. Cehaletin bu kadar saygı gördüğü başka bir ülke yok.” (Jurnal I, s. 309)
Bu Ülke iktisadî değil, fikrî ve ahlâkî yoksulluk içindedir. Boşnak filozof-önder Aliya İzzetbegoviç çeyrek yüzyıl önce Foça Hapishanesi’nde bu açmazı bir “ruhî kısırlık” olarak resmediyordu: “Türkiye’deki Kemalist görüş yanlıları ruhî kısırlık içindedirler. Bu hareketin 60 yıllık tarihinde, Türk aydınları arasından Türkiye’deki radikal laiklik öğretisini işleyip geliştirecek bir tek kayda değer teorisyen çıkmadı. Mustafa Kemal’in bir ideolog saydığı ve Türk milliyetçiliğinin teorisyeni olan Ziya Gökalp bile radikal laik bir yaklaşımı savunmuyordu. Gökalp İslam’a değil, teokrasiye ve klerikalizme (devleti din adamlarının yönetmesine) karşıydı.”
Kim Takar Anayasa’yı?
Anayasa Mahkemesi Başkanı, kararı açıklarken siyasi partilere “Aranızda uzlaşarak Anayasa’yı değiştirin ki bir daha elimize düşmeyin” mesajı verdi. Siyasi partilerin kapatılmasından hiçbir Mahkeme üyesinin mutlu olmadığını, üyelerin çektiği ciddi sıkıntıları bu davada da dile getirdiğini kaydeden Başkan, bu hususta “Çağdaş demokratik ülkelerde görülen tipte bir beraberlik sağlanarak anayasal ve yasal değişiklik yapılmamasından” yakındı. Başkan, “Ne zaman bir dava gündeme gelir, o zaman kuralların değişmesi gerektiği tartışılır. Siyasi aktörlerimize seslenmek istiyoruz. Bir rahatsızlık varsa, topluma ters gelen kurallar varsa uzlaşarak bu değişiklikler yapılmalıdır” dedi.
Anayasa hukukunu kim yazar ve kim değiştirir? Bu çetin sorunun “çağdaş demokratik ülkeler”in tarihleriyle irtibatlı cevabını Cemil Meriç şöyle veriyor: “Bu hukuku kanı ile yazdı burjuvazi, kanı ve alın teriyle. Çakıl çakıl, taş taş ehramlaştırdı. Fetihler demirbaşa geçince bir çelengin çiçekleri gibi solgunlaşır. Yeni fetihlere gitmek lazım. Anayasa, fetihleri donduran vesika; kanla kazanılan bir servetin rakama vuruluşu. Fransa’da anayasa kürsüsünü Guizot kurdurur, kastına ‘zenginleş’ diye haykıran Guizot.”
Peki, bizde burjuvazi var mı? “Türk burjuvazisi kırk haramilerden daha haysiyetsiz bir çete. Çete bile değil. Bul karayı al parayı. Bir sınıf değil, bir panayır grubu. Batı’da burjuva bir fatih. Bizde bir harem ağası. Batı’yı tanımıyor, Doğu’ya düşman. Dinsiz ve düşüncesiz. Hürriyet bir fetihtir. Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçüde mevcuttur. Bizde hürriyet yok. Fikir var mı ki hürriyeti olsun? Söyleyecek sözü olan her zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakârlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir fedakârlık mirasına dayanır.”
Ali Fuat Başgil 1908’e kadar bizde anayasa hukuku okutulmadığını söyler. Meriç’in yorumu bir nârâya benziyor: “Anayasa var mıydı ki dersi olsun? Ali Fuat Bey 40 yıl anayasa okuttu. Neyin anayasasını? Halk Partisi’nin. Hiçbir fikrî temele dayanmayan icraatını, her gün yeni bir fetva ile meşrulaştırma cehti. Gariptir ki aynı partinin karşısına çıkan yine Ali Fuat. Kavga etmiş mi, hangi hürriyeti kime karşı savunmuş?”
Meriç’in sözünü ettiği 1961 Anayasası, 12 Eylül ile kendini hak ve hürriyetlere biraz daha kapadı. 28 Şubat ve 30 Temmuz “restorasyonları” kâğıt üzerinde var gözüken sınırlı özgürlüklerin de üzerine tüy dikti. Kendine güvenen beri gelsin!
AK Parti’nin kapatılmamış olması elbette sevindiricidir. Ülkenin kaosa sürüklenmesini kim ister? Kapatma gerçekten büyük haksızlık olurdu. Benim anlatmaya çalıştığım başka bir şey. Yazının başlığının da ihsas ettirdiği üzere, ben AK Parti’yi kapatılmış kabul ediyorum. On bir üyeden onu, sizin laiklik (başka bir açıdan, devlet) karşıtı bir odak haline geldiğinize hükmetmişse, onlar devlet anlayışlarını değiştirmedikleri müddetçe, tepenizde Demokles’in kılıcı asılı duracaktır.
“Red” oyu kullanan değerli Başkan’ın tumturaklı açıklamalarına rağmen, bu karar ilkesel değil, gayet pragmatik bir karardır. Ülkenin siyasi kaosa sürüklenmesi, iç veya dış hiçbir önemli “odak”ın işine gelmemektedir. İçeride fiilî bir hükümet boşluğu, en azından, Silahlı Kuvvetler’de yeni komuta kademesinin belirlenememesiyle, belki terfi bekleyen mevcut komutanlardan birçoğunun emekliye ayrılmasıyla sonuçlanabilirdi. 200 milyar dolara yakın döviz borcu bulunan büyük burjuvazi bir anda çok ciddi bir sıkıntı çemberine girebilirdi. Karardan iki gün önce The Independent gazetesinde yayınlanan Daniel Howden imzalı şu yorum ise, kararın arkasındaki dış desteği çok iyi yansıtıyor:
“Türkiye, Müslüman, demokratik, laik, istikrarlı ve AB’yle Ortadoğu’yu bağlayan bir ülke projesini temsil ediyor. AKP davası nedeniyle yaklaşan kriz, dünyanın en önemli siyasi deneyini çöpe atacak. Müslüman, demokratik, laik, ekonomik açıdan istikrarlı ve AB’yle Ortadoğu’yu birbirine bağlayan bir ülke yaratma projesi, Türkiye’yi bugün dünyanın en önemli siyasi deneyi konumuna getiriyor. Ve bu proje çöküşün eşiğinde. Nüfusunun %99’u Müslüman olan bir ülkede, kökleri siyasal İslam’a dayanan, demokratik yollardan seçilmiş bir hükümetin ortaya çıkışı, devasa ekonomik, sosyal ve ekonomik ilerlemeyle bir arada gerçekleşti. Bu ilerlemenin büyük kısmının motoru AB üyeliği ihtimaliydi.”
Türkiye’de yakın zamanda meydana gelebilecek bir siyasî boşluğu ne Ortadoğu’yu istikrarsızlaştıran ABD arzu eder ne de Ortadoğu’da düzen kurma gücünden her gün biraz daha uzaklaşan AB. No Türkiye, no liberal Middle East!..
Ülkeden ve Üretimden Kaçış
Demokrasiyi şimdilik kurtarmış gözüken bu kararla Türk hukuk sisteminin sarsılan (Meriç’i takip edersek, zaten hiç oluşmamış!) itibarı tesis edilmiş değildir. Devleti kendilerinin mülkü olarak gören kişi ve odaklar, asıl bu mesele üzerinde kafa yormalıdırlar. Sadece bugün değil, tarih boyunca, hukuk sisteminin hakkıyla işlemediği, insanların adalet düzenine itimat etmedikleri yerlerde, birbirini tamamlayan iki kaçış yaşanır: Ülkeden kaçış, üretimden kaçış. Büyük fikir ve büyük sermaye sahipleri, bu “meta”larını daha iyi değerlendirebilmek için ülke dışına kaçarlar. Küçük sermaye sahipleriyle üreticiler ise üretimden kaçarlar. Osmanlı’nın çözülüş macerasını şu anonim türküden daha iyi tasvir edebilecek bir metin yoktur herhalde:
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı.
Hukuk sisteminin çöküşü, bölgesel toparlanmayı engellediği için, ülke kalkınmasına da set çeker. Hiçbir ülke sadece kendi dar coğrafyasına mahpus kalarak gelişemez. Bunun tek istisnası olan ABD bile aslında 50 “ülke”nin katılımıyla oluşmuş bir nevi ortak pazardır. Kapitalist sanayileşmede ikinci dalgayı oluşturan Almanya ile Japonya da öncelikle kendi bölgelerine (Orta Avrupa ve Doğu Asya) çekidüzen verebildikleri için kalkınabildiler. Prusya 35 yıl içinde (1834-1871) 39 beylikten oluşan Almanya’nın ekonomik birliğini sağlayarak modern Alman devletine dönüştü. Japonya 35 yıl içinde (1870-1905) Doğu Asya’yı KSŞ modeliyle İngiltere’nin ekonomik nüfuz alanı olmaktan çıkarıp kendine bağladı. (KSŞ: Kibrit, sabun, şemsiye. Japonlar bu üç malın çok kötü fakat çok ucuz taklitleriyle İngiliz şirketlerine Asya pazarlarını dar ettiler.) Bölgeyi tümüyle kendine çeken bu ekonomik gelişme, Japonya’ya 25 yıl içinde Çin’i, ondan 10 yıl sonra da Rusya’yı mağlup etme gücü kazandırdı.
AK Parti yönetiminin “Komşularla Sıfır Sorun” siyaseti KSŞ benzeri bir bölgesel ekonomik bütünleşme ve gelişmenin kapısını aralamıştır. Bugünün kibrit, sabun ve şemsiyesi, elbette daha rafine ürün ve hizmetlerdir. Türkiye 200 milyar dolarlık sanayi üretimi kapasitesi ve 150 milyar dolara yaklaşan ihracat gücüyle, başta Irak ve Suriye olmak üzere, tüm bölge ekonomilerini kendi çekim alanına sokabilir.
Kürt Sorunu Ne Sorunudur?
Tarif etmeye çalıştığım bölgesel kalkınma, “Kürt Sorunu” diye adlandırılan sosyo-politik meselenin de çözüm anahtarıdır. Bu yazıyı yazmakta olduğum sırada bir televizyon kanalı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan, kamyon kasalarına ve külüstür otobüslere balık istifi doluşmuş binlerce kadın ve çocuğun Karadeniz’e fındık toplamaya gitmekte olduğunu gösteriyordu. Günlükleri 20 YTL. Henüz bıyıkları terlememiş bir genç, “Abe geçen sene geldım, bu sene de bıraz para toplarsam belkım başlığ parasının yarisini tamam ederım” diyordu. Kelimenin tam anlamıyla bir dramdır bu. Güneyimizde, “kibrit, sabun ve şemsiye” pazarlarına taş koyabileceğimiz güçlerin desteğinde bir Kürt devleti kurulur da, bu gençlere başlık paralarını dört yerine iki yılda “tamam edebilecekleri” bir imkânı sunarsa, dram trajediye dönüşebilir.
Bu trajediyi bir Ediz Hun-Türkan Şoray filminin mutlu sonuna dönüştürebilecek biricik yol, bölgesel-bütünleşik ekonomik kalkınma modelidir. Türkiye bir yandan Körfez’de birikmekte olan petrol sermayesini kendine çekmek, diğer yandan başta Irak ve Suriye olmak üzere Ortadoğu ülkelerini ekonomik anlamda birer eyalete dönüştürmek zorundadır. Onlar için de tek çıkış kapısı budur.
Ergenekoncu kafanın anlamadığı ve hiçbir zaman da anlayamayacağı gerçek şu ki, Türkiye’nin kendi bölgesini toparlayan, bunu yapabildiği ölçüde de ayakta kalan bir güç olabilmesi için hukuku araçsallaştıran, ırkçı-ulusçu devlet anlayışını aşması gerekiyor. Sadece en gürültücü olanları ayıklanmakta olan Ergenekonculara bu durum “devletten vazgeçmek” gibi gözüküyor. Birleşik Avrupa’yı oluşturmakla Almanlar devletlerinden vaz mı geçtiler? Yoksa Almanların merkezinde yer aldığı yeni bir “devlet” mi oluştu?
Kamuoyuna yansıyan görüş ve demeçlerden anlıyoruz ki, birinci kabuk değişimini kuruluş aşamasında gerçekleştiren AK Partililer, ikinci kabuklarını da hakiki Ergenekoncuların ve Cemil Meriç’in “dinsiz ve düşüncesiz kapıkulu burjuva” diye nitelendirdiği büyük sermayedarların istekleri doğrultusunda değiştirmeye hazır görünüyorlar. Elbette hiç kimsenin tercihine karışmayız. Kimseye geçmişine dair sorgu sual bile etmeyiz. Tek derdimiz Türk devletidir. Bu devleti Türklüğünü rakı şişesinde arayan ulusçulardan ve harem ağası burjuvalardan kurtarmamız gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et