BUGÜNLERDE dünya barışını en ciddi şekilde tehdit eden sorunlar listesinin tepesinde “gıda krizi” oturuyor. Meksika’dan Pakistan’a, Haiti’den Mısır’a kadar uzanan farklı coğrafyalarda şiddetli protestolar, ayaklanmalar yaşanıyor. Pek çok uzmana göre krizin atlatılması ve gıda fiyatlarının normal düzeyine inmesi için en az on senelik bir sürece ihtiyaç var; elbette sorunun doğru teşhis edilmesi ve doğru adımların atılması koşuluyla. “Gıda mı, yakıt mı?” tarzında bir ikilemi de içinde barındıran bir krizi yaşıyoruz; zira tarımsal ürünlerden elde edilen bio-yakıtlar için verilen sübvansiyonların yüksekliği krize sebep olan önemli faktörlerden birini teşkil ediyor. Gıda krizini tartışırken çok taraflı ticaret anlaşmalarını da sorunsallaştırmak gerekiyor.
Uluslararası yardım kuruluşları krizin vahim boyutlarını ortaya koyuyor; ancak çözüme yönelik somut bir adım atamıyor. OECD, UNICEF, OXFAM ve Dünya Gıda Programı gibi kuruluşlar kötümser senaryolar çizerken ve krizin boyutlarının hangi safhalara varabileceğini rakamlara dökerken, bu panik hali kısa, orta ve uzun vadede neler yapılması gerektiğini doğru bir şekilde tartışmaya olanak vermiyor. Artan petrol ve gıda fiyatları, etanol tartışmaları, küresel ısınma gibi sorunlar yumağı etrafında yapılan tartışmalar sorunun çözümü için zorunlu olan unsurları görmemizi engelliyor. Örneğin, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün krizin aşılmasına yönelik olarak, 2030’a kadar gıda üretiminin %50 arttırılmasını önermesi, bir anlamda bahsettiğimiz bulanıklığın göstergesi niteliğinde. Tarımın yeniden canlandırılması ve üretimin artırılması gibi uzun vadeli çözüm önerileri, krizi sadece arz-talep dengesizliği olarak tanımlıyor. Dolayısıyla kısa vadede panik ve stoklamayı engelleyecek, krizin siyasi doğasına ışık tutacak bir açılım sergilenemiyor.
Gıdanın Siyasileştirilmesi
Tam da bu tartışmaların ortasında Washington’daki Küresel Kalkınma Merkezi’nden Tom Slayton ve Peter Timmer’ın ortaklaşa kaleme aldıkları makale, gıda krizinin önemli bileşenlerinden biri olan pirinç fiyatlarının artışına yönelik çarpıcı bir gözlemde bulunuyor. Slayton ve Timmer, özelde pirinç, genelde gıda fiyatlarındaki artışın, gıda ürünlerinin “iktisadi” doğalarını yitirip “siyasi”leştirilmelerinden kaynaklandığını belirtiyor. Gıda krizini “arz-talep dengesizliği” olarak görmek de, tam anlamıyla krizi açıklamaya ve çözümler aramaya yetmiyor. Bu açıdan bugün yaşanan krizi, iktisadi ve siyasi ürün olma arasında kalan pirinç gibi temel gıda maddelerinin tüketicileri, çiftçileri ve yoksulları mağdur bırakması olarak da nitelendirmek mümkün. Bu mağduriyetin altında yatan temel nedenler ise panik ve stoklama.
Özellikle Japonya, Çin, Tayland gibi başta pirinç olmak üzere tahıl ürünlerinde etkin bir ihracat potansiyeline sahip ülkelerin ihracatlarına sınırlama getirmeleri, fiyat artışlarının bu denli radikal olmasına neden oluyor. Oysa sırf küresel arz-talep dengesi olarak bakıldığında bu denli fiyat artışını gerektirecek bir durum söz konusu değil. İhracat sınırlamaları da bu ülkelerde yaşanan yerel kıtlıktan değil, küresel piyasalardaki panik ve yaklaşan ulusal seçimler arifesinde hükümetlerin ihracat yaparak ülke içindeki fiyat düzeyini daha da sarsmak istememelerinden kaynaklanıyor. Tüm bu yaşananlar hükümetlere, çiftçiye, ticaret yapanlara tek bir mesaj veriyor: “Daha çok stoklayın!”
Slayton ve Timmer, ABD’nin bu hususta liderlik görevi üstlenmesini, Washington ile Tokyo arasında bir anlaşma yapılmasını öneriyor. Öyle ki, Japonya’nın elinde tuttuğu 1,5 milyon tonluk pirinç fazlasını ihraç etmesi halinde, hem fiyatlar üzerindeki baskı azaltılıp kısa vadede yaşanabilecek açlık tehlikesi bertaraf edilebilir, hem de Çin ve Tayland gibi ülkelere de benzer şekilde hareket etmeleri yönünde güçlü sinyaller verilebilir. Bu noktada ABD’nin Çin’den, Olimpiyat ruhu çerçevesinde bir jest yapmasını beklediği de söylenebilir. Özetle, Amerikan diplomasisi gıda krizinin atlatılmasında kritik bir rol oynayabilir. Slayton ve Timmer’ın bu “kısa vadeli” çözüme yönelik açılımları yerinde olsa da, gıda krizinin atlatılması için orta ve uzun vadede atılacak “stratejik” adımların da belirlenmesi gerekir.
Kolektif Sorun, Kolektif Çözüm
Gıda krizinin aşılması için iyi koordine edilecek “kolektif bir hareket”e acil olarak ihtiyaç duyuluyor. Küresel gıda krizini en az hasarla atlatabilmek için atılacak adımların zamanlamasına da dikkat etmek gerekiyor. Zira arz-talep değil, spekülasyon, panik ve kısa vadeli siyasi çıkarlar gibi nedenlere ek olarak, sistem içindeki yapısal kırılganlıklar da farklı zaman periyotlarında farklı stratejileri zorunlu kılıyor. Peki, kısa, orta ve uzun vadede neler yapılmalı? Hangi hususlar sorunsallaştırılmalı ve tartışmaya açılmalı?
Öncelikle, kısa vadede panik ortamına ve stoklamaya neden olan küresel dinamikler istikrara kavuşturulmalı. Bu açıdan Asya ve Afrika’nın yoksulluk ve açlıkla mücadele eden ülkeleri başta olmak üzere, sorun yaşayan ülkelere acil gıda yardımları yapılmalı. ABD Başkanı George Bush’un 2009 mali yılı için bütçeleştirdiği 770 milyon dolarlık yardım, Temmuz başında Japonya’da gerçekleşen G-8 Zirvesi’nde gündeme geldiyse de bu hususta henüz somut bir adım atılmış değil. Amerika’da 2008 sonunda yapılacak olan başkanlık seçimleri sorunun çözümü açısından yine siyasi bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Diğer kısa vadeli çözüm önerisi de, Japonya ve Çin’in, ellerindeki pirinç stokunu, yem olarak kullanmayı beklemeden ihraç ederek küresel gıda piyasasındaki panik halini bertaraf etmeye ikna edilmeleri.
Orta vadede ise Petersen Ekonomi Enstitüsü’nden Arvind Subramanian’ın belirttiği gibi, tarımsal ürünlerin ticaretinde yaşanan çarpıklıklar düzeltilmeli ve “gıda dostu” yeni ticaret politikaları oluşturulmalı. Bu bağlamda Dünya Ticaret Örgütü’ne büyük bir görev düşüyor. Zira küresel gıda krizinin baş nedenlerinden birisi olan ve (mısır ve şeker kamışı gibi) tarımsal ürünlerden elde edilen etanol türü bio-yakıtlara yapılan sübvansiyonlar, ABD’nin enerji politikaları açısından hayati önem taşıyor. Ancak Başkan Bush’un bio-yakıt sübvansiyonlarına verdiği destek, ABD’nin Irak’ı işgalinden daha vahim sonuçlar doğurabilir.
Bugün için etanolün en etkin bio-yakıt olup olmadığını tam olarak bilmiyoruz. Ayrıca gıda krizine olan etkisi bu kadar açık olan etanolün, kontrol edebileceğimiz az sayıdaki değişkenden biri olduğu da ortada. Küresel ısınma ve artan petrol fiyatları, nispeten kontrol edilmesi güç değişkenler. Özellikle mısırdan etanol üretimini tamamen yasaklamak pratikte zor olsa da, bir kilo mısırın bir cipin deposuna değil de Afrika’da açlıkla mücadele eden bir ailenin sofrasına gitmesi, bugün için daha yapıcı ve “etik” bir adım olsa gerek!
Uzun vadede ise tarımda araştırma ve geliştirmeye yönelik projelerin desteklenmesi önem taşıyor. 1970’lerde Yeşil Devrim sırasında Asya ve Latin Amerika’da yaşanan tarımdaki teknolojik verim artışı, Afrika kıtasında görülmedi. Bu açıdan Dünya Bankası’nın finanse edeceği projelerin yanı sıra, hem özel hem de kamu yatırımlarının gelişmekte olan ülkelerde daha etkinleştirilmesi gerekiyor. 2008 Dünya Kalkınma Raporu, gelişmekte olan ülkelerde değerlendirmeye alınan 700 tarım projesinin %43’ünün başarılı olduğunu ortaya koyuyor. Bu da tarım sektöründe yapılması muhtemel hem özel hem de kamu projeleri için umut verici bir istatistik olsa gerek.
Paylaş
Tavsiye Et