YOKSULLUK olgusu bugün yirminci yüzyıl öncesindeki şartların çok ötesine geçmiş durumda. En azından, sorunu ele alış bakımından önceki dönemlerde kişinin kendi toplumsal koşullarını değiştirebileceği yönünde bir irade vurgusu belirgindi. Şimdilerde ise iradi eylemin dönüştürücü kapasitesi konusunda çok daha kötümser olan bir bakış yaygın kabul görüyor. Bu kötümser bakış, yoksullar açısından bakıldığında, yoksulluğun bir ebedi yazgı olarak görülmesine yol açan kahredici bir açmaza ve çaresizliğe dönüşmüş konumsal bir yoksunluğun kavuruculuğuyla yaşanan acı bir deneyime tekabül ediyor. Yanı sıra, sanayi sonrası üretim şartları içinde, bir daha geri gelmemek üzere arkada bırakıldığı zannedilen açlık ve yoksulluk gibi sorunlar, küresel ölçekte ve temel ihtiyaçların dahi karşılanamadığı bir şekilde devasa bir sorun olarak kelimenin tam anlamıyla hortlamış durumda. Neo-liberal ekonomi amentülerinin bilim kılıfı altında tüm toplumlara dayatıldığı günümüz dünyasında fakirlik/yoksulluk olgusu yeni bir evreye giriyor. Dünya gıda krizi, küresel ekolojik krizle de çakışarak, yüksek tüketim kalıpları içinde hayatını sürdüren sınıfların konumunun ahlaki içeriğini dünya ölçeğinde çarpıcı biçimde ifşa ediyor. Yeni yoksullar ileri kapitalist toplumlarda bile büyük bir nüfusa tekabül ederken, yoksulluk dünyanın diğer kısmında (yaklaşık 4,5 milyar insan) toplumların neredeyse yarısından fazlasının akut bir meselesi haline gelmiş durumda. Bu ülkelerdeki yoksullar kendi içlerinde görece birkaç kategoriye ayrılacak kadar da tabakalaşmış bir görüntü arz ediyor. Sanayi toplumlarının bolluk öyküleri, yoksulluğun tabakalaştığı sanayi sonrası toplumlarda kıtlık öykülerine dönmüş durumda.
Yeni Yoksulluk: Yoksunluğun Şiddeti
Yeni yoksulluğun iki boyutu var: Birincisi çalışan yoksullar, ikincisi ise muazzam bir nüfus kümesini oluşturan işsizler. Çalışan yoksulların özellikle metropol-megapol koşullarında yaşayanları için hayat, kelimenin tam anlamıyla bir varlık-yokluk savaşına dönüşmüş durumda. İşsizler kategorisi, sosyolog Loic Wacquant’ın deyimiyle, insanca hayat şartlarının asgari düzeyine kavuşabilmek için bile, trajik biçimde kendi sınıfsal varlık koşullarını yok etmekten başka çaresi olmayan bir küme. Bu insanlar ekonomik, kültürel ve sosyal sermaye tiplerine erişim imkanlarından büyük ölçüde dışlanmış muazzam bir yokluklar dünyasının özneleri haline gelen devasa bir nüfus aynı zamanda. Manuel Castells, mevcut durumu sağlam verilerle analiz ettiği kapsamlı eserinde (Enformasyon Çağı, 3. cilt), sorunu “çalışmanın bireyselleşmesi, işçilerin aşırı düzeyde sömürülmesi, sosyal dışlanma, bütünleşmeden sapma” olarak dört ana başlık altında ayrıntılı olarak ele alıyor. Çalışmanın bireyselleşmesi teması, hem çalışma süreçlerinin örgütsüzleşmesi, sendikasızlaştırılması ve toplu haklardan arındırılmasına hem de iş hayatının istikrarsızlaşması ve istihdamın güvensizleşmesine gönderme yapıyor. Sırf bu durum etrafında meydana gelen gelişmeler, modern toplumlarda muazzam bir sosyal-ahlâki dönüşüme neden olmaktadır. Bu konuyu ele alan Richard Sennett’e (Karakter Aşınması) göre, çalışma hayatının bireyselleşip esnekleşmesi, toplumsal etiği temelden tahrip etmiş ve kişilik sisteminde derin bir kriz yaratmıştır. Emeğin aşırı sömürüsü ise, esnek üretim süreçlerinde yeni iş disiplininin kişilerin gün ve zaman kavramını altüst etmesine işaret ediyor. Bu durum özellikle düşük ve geçimlik ücretlerle çalışanların hayatlarına manevi ve maddi açıdan aşırı zorluklar getiren ve kişilerin özel hayat algılarını temelden etkileyen bir sorun. Castells’e göre, “yeni yoksulluğun başlıca özelliği çalışan insanları ve ailelerini etkilemesidir; çalışanlar kazançlarıyla geçinememektedir.” Bunlara, akut sorunlar haline gelmiş evsizlik, çocuk cinselliğinin sömürüsü, çocuk işçiliğinin sömürüsü, hukuk dışı yollarla mafyatik ilişkiler üzerinden üretilen (paralı askerlik, çocukların çok yönlü istismarı, fuhuş sektörü vs.) modern kölelik, organ ticareti gibi konular eklendiğinde (ILO raporlarında da sıkça vurgulanan) Castells’in ifadesiyle “enformasyonel kapitalizmin kara delikleri”ni görmekteyiz.
Daha da kötüsü, yoksulların dünyasını temsil eden sembolizmin, sözcük ve kavramların bu dışlanma sürecinin pekiştirilmesinde üstlendiği işlevlerdir. Özellikle sosyal bilimci, yazar ve gazetecilerin bu konudaki özensizliği ve sorunu sırf yoksulların dünyası içinde ele alarak doğallaştırmaları (varoş, kıro, amele, garibanizm gibi aşağılama ifadelerinin günlük dildeki yaygınlığı), sorunun çözümsüzlüğe mahkum edilmesindeki önemli faktörlerden birisi. Sefaletin sıradanlaşması, sembolik aşağılamanın kurumsallaşması ve ironik söylemler içinde haklılaşması olgusu, yoksulların öz-benliklerinde kendilerine dönük yoğun bir sembolik şiddet olarak ortaya çıkan manevi bir yıkıma sebep oluyor. Örneğin televizyonlarda, yoksullara yardım programlarındaki aleni teşhir, yoksullukların dünyasını pornografikleştirerek manevi bir şiddete maruz bırakıyor. Bu programlar, yapılan yardımları sembolik olarak kişinin kendi yoksulluğunun mahrem alanını başkalarının bakışları önünde teşhir ederek ikinci bir anlam daha kazanıyor. Böylece yardım, hem maddi hem de sembolik olarak mevcut eşitsizliği haklılaştıran ve yoksulluk konumuna yerleşmiş olmanın suçunu bireyselleştirip güçsüzlük duygusunu pekiştiren bir işleve sahip. Soruna kalıcı çözümler üretmek için gereken, adil bir ekonomik yeniden bölüşüm politikası için siyasal mücadele yerine, teşhirci bir sadakayı kurumlaştırma sorununa neden oluyor. Öykünün bu versiyonunda da sorun derinleşip yoğunlaşıyor ve çözümsüz kalıyor.
Esasen tarih boyunca büyük kıtlıklar, kıtlıklara bağlı salgın hastalıklar, açlığa bağlı kitlesel ölümler birçok kereler medeniyetleri yıkıp geçmiştir (Fernand Braudel’in Maddi Medeniyet kitabından birçok örneğe bakılabilir). Fakat günümüzdeki sorunun temeli, kapitalizmin insafına terk edilen insanlar için yoksulluğu hayatlarının bütün alanlarında kronik bir yoksunluk deneyimine çeviren yapısal ve süreçsel olguların yoğunluğudur. Bunun başta gelen nedeni ise geleneksel geçimlik ekonomi yapılarının ortadan kalkması ile birlikte, yoksulluğun ürettiği sorunları hafifletecek deneyim alanlarının artık mevcut olmamasıdır. Günümüzdeki deneyimin esasını ise, piyasanın hükümranlığı altında, sürekli yoksullaşma pratikleri olarak adlandırabileceğimiz bir kaderin kurumsallaşması oluşturuyor. Araştırmalardan yola çıkarak yoksul insanlar arasındaki grup dinamikleri açısından bakıldığında, mevcut toplumsal koşulların değiştirilmesine ilişkin bir motivasyon eksikliği ilk göze çarpan olgu olarak karşımıza çıkıyor. Kendi sosyal-ekonomik koşullarının sorgulanması, bir yandan başka insanların zenginlik deneyimlerinin acımasız bir eleştirisine gidebiliyor, diğer yandan kendi kötü koşullarını meşrulaştırmaya giden bir tevekküle de eklemlenebiliyor. Bu olgu, ezilenlerin kendi konumlarının oluşmasında aslında kendilerinin de katkıları olduğunu ifşa ediyor. Burada temel sorun, bu inşa süregiderken kişilerin sosyal ortamına sinen bir güçsüzlük duygusunun harekete geçmeyi engellemesi hadisesidir. Modern toplumlardaki bu duygunun ürettiği temel sorunlardan birisi, siyasal alanın gerçek toplumsal güçlerin ve gerçek sosyal sorunların temsiline kavuşamaması ve kendi iç alanının sığ sorunları içinde boğulmasıdır. Bu durum özellikle ekonomi politikalarının siyasal alandan özerkleşerek onu kuşatan neo-liberal ekonomi döneminde siyasal alan içinde kurumsallaşmış bir sorun haline gelmiştir. Neo-liberalizmin bu pervasız meydan okuması ise, muhalif toplumsal hareketlerin üzerinde yükselen siyasi hareketlerin Aşil topuğunun ne olduğunu da işaret ediyor.
Paylaş
Tavsiye Et