ŞERİF Mardin’in yaklaşık iki yıl evvel Ruşen Çakır’a verdiği bir mülakatta kullandığı, daha sonra Ayşe Arman’a verdiği mülakatla daha da popülerleştirilen ve hatta AKP aleyhtarı kampanyanın ana malzemesi haline dönüştürülen “mahalle baskısı” kavramı, Açık Toplum Enstitüsü ve Boğaziçi Üniversitesi tarafından desteklenen “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı araştırma ile yeniden gündemimize girdi. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Binnaz Toprak başkanlığında İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener gibi gazetecilerin oluşturduğu bir ekip tarafından gerçekleştirilen çalışma, Aralık 2007 ile Temmuz 2008 arasında, 12 ilde 265’i erkek, 136’sı kadın olmak üzere toplam 401 kişiyle yapılan derinlemesine mülakatlardan oluşuyor.
Araştırmanın amacını, “Daha önce yapılmış (…) çalışmalarda belirlenen dindarlık ve muhafazakârlık arasındaki yakın ilişkiyi daha derinlemesine irdelemek, Anadolu kentlerinde farklı kimlik ya da yaşam tercihleri olan kişilerin din ve muhafazakârlıktan kaynaklanan baskı ve ötekileştirme ile karşı karşıya kalıp kalmadıklarını saptamaya çalışmak” olarak tanımlıyorlar. Araştırmanın başlangıç noktasını ise “Şerif Mardin’in gündeme getirdiği ‘mahalle baskısı’ tartışmasını somutlaştırmanın, varsa, bu tür baskıların nasıl şekillendiği ve kime karşı yöneltildiğini anlayabilmenin” oluşturduğunu belirtiyorlar.
Araştırmacılar, araştırmada ilerledikçe başta saptadıkları amacı aştıklarını belirtiyor ve ekliyorlar: “(…) Sadece toplumdan kaynaklanan baskıyla sınırlı tutulamayacağını gördük. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının kadrolaşması ve dinî cemaatlerin ekonomik gücü ve yaygın örgütlenmesi sonucunda laik kimliği olan kişilerin yalnızlaştırma/ötekileştirme ya da iktidar kaynaklı baskıya da maruz kaldıkları gittiğimiz her ilde bize aktarılanlar arasındaydı.” Yani “mahalle baskısı”na ek olarak bir de “kamu baskısı”ndan söz edildiğini tespit ettiklerini belirtiyorlar.
“Hedef kitle” olarak kimlikleri nedeniyle baskı görenleri seçmişler, fakat İslami hayat tarzını seçmiş olanların karşılaştıkları baskıyı, “kamuoyunda tartışıldığı ve bu konuda pek çok araştırma yapılmış olduğu” gerekçesiyle araştırmanın kapsamı dışında bırakmışlar ve çalışmalarını “laik kimlikte olanların baskıya maruz kalıp kalmadıkları” üzerine yoğunlaştırmayı tercih etmişler. Yöntem olarak da belirledikleri kişilerle mülakat yapmayı uygun görmüşler. Araştırmanın yayınlanan kısımları, mülakattan ziyade “mahalle baskısı” mağdurlarının anlattıklarını dinlemek ve rapor metninde yer vermekle sınırlı kaldığını gösteriyor.
Mülakatları, özenle aranan farklı kimlikteki “azınlık” gruplar arasından seçilen kişilerle yine “iktidar yanlısı ya da cemaatlerden olan kişilerce” yönetilmeyen kurumlarda (mesela CHP il örgütleri, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Eğitim-Sen, Pir Sultan Abdal Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Dernekleri, Cem Vakfı) gerçekleştirmişler.
Yayınlanan metin, araştırmacıların, görüşmeleri gerçekleştirdikleri kurumların bir kısmının “sorgulanabileceği”nin farkında olduklarını da gösteriyor. Ancak amaçlarının, konuşulan kişilerin Türkiye’nin yaşadığı sosyal, siyasal, kültürel ya da iktisadi dönüşümlere, laiklik ya da köktendincilik konularına ilişkin görüşlerini değil, yalnızca ve yalnızca onların “kişisel hikayeleri”ni dinlemek olduğunu belirtiyorlar. Başka bir deyişle, kendi konumlarını “mahalle ya da kamu baskısı” mağdurlarının hikâyelerini dillendiren, aktaran aracılar olarak belirlemişler.
Araştırmayı gerçekleştirenlerin araştırmacının amacı ve yöntemi konusunda yapmış oldukları açıklamalar, vardıkları ve kamuoyuyla paylaştıkları sonuçlar, ortada sosyolojik bir araştırmanın olmadığının ilanı aslında. Zira araştırma, hiçbir analiz yapmadan sadece “Beni dövdüler abla”, “Bana baskı uyguluyorlar” türünden yargılarla yüklü tek taraflı anlatıları dinlemek ve kamuoyuna aktarmaktan öte bir işlev üstlenmiyor. Gerçi, araştırmanın amacını ifade ederken kullanılan “(…) Anadolu kentlerinde farklı kimlik ya da yaşam tercihleri olan kişilerin din ve muhafazakârlıktan kaynaklanan baskı ve ötekileştirme (…)” ibareleri, daha araştırma yapılmadan nihai yargının verildiğini gösteriyor. “Mahalle baskısı”nın kaynağının din ve muhafazakârlık olduğunun daha baştan vurgulandığı bir çalışmadan da farklı sonuçların çıkmasını beklemek anlamsız.
Araştırma ekibi, yapmış oldukları araştırmanın sonuçlarından hareketle “Türkiye’nin tümü hakkında bir genelleme yapılamayacağını” da ifade ediyorlar. Ancak araştırmanın kamuoyuna yansıtılma biçimi hiç de öyle olmadı. Tam tersine, iktidar partisinden ve cemaatlerden kaynaklanan bir baskının varlığını ispatlayan bir araştırma şeklinde propaganda malzemesine dönüştürülmüş durumda. Bunun en önemli göstergesi de, çalışmanın öneminden övgüyle söz eden medya organlarının raporda sözü edilen “Fethullah Gülen cemaatinin eğitim, iş dünyası ve kadınlara yönelik faaliyetleri” ve “AKP kadrolaşmasının ‘baskıcı muhafazakarlığın’ artmasında payı olduğu” hakkındaki vurguları. Aynı çalışmada, dinlenen mahalle baskısı mağdurlarının hikayelerinde söz konusu baskının uygulayıcıları olarak sık sık söz edilmesine karşın, medyada ve araştırma sonuçlarında “ülkücü” olarak tabir edilen bu kesimlere hiç yer verilmemesi de oldukça manidar.
Bu noktada, çalışmanın amacıyla içeriği, kullandığı yöntem ve ulaşılan sonuçlar arasında ciddi problemlerin bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Çalışmanın amacı “muhafazakârlık ile dindarlık arasındaki yakın ilişkinin araştırılması” olarak gösteriliyordu. Ancak çalışmanın “hedef kitlesi” bütünüyle -araştırmacılar tarafından ve hiçbir kavramsal tartışma yapılmaksızın- “azınlık” olarak tanımlanan insanlardan oluşuyor. Muhafazakârlık ile din arasındaki yakın ilişkiyi tespit etmeyi amaçlayan bir çalışmadan beklenecek ilk şey olmasına karşın, kendilerini muhafazakâr ya da dindar olarak tanımlayanlar muhatap alınmıyor. Onlar kendilerine ancak “gizli özne” ya da baskılayıcı canavarlar olarak çalışmada bir yer bulabiliyorlar. Bu anlamda çalışmanın amacını “din ve muhafazakârlık arasındaki yakın ilişkinin derinlemesine irdelenmesi”nden ziyade “din ve muhafazakârlıktan kaynaklandığı kesin olan mahalle baskısının mağdurlarının tek taraflı algılarının dinlenip aktarılması” şeklinde belirlenmesi ve ifade edilmesi yapılan işin aslına daha uygun olurdu.
Türkiye’de bir “mahalle baskısı”nın olmadığı elbette söylenemez. Fakat bunun tek yönlü ve tek biçimli bir baskı olduğu iddia edilebilir mi? Tek başına, araştırma raporunun daha başlarında yazarlar tarafından “tanımları gereği, bulundukları kentin dışından da öğrenci alan ve her türlü aykırı düşüncenin, kimliğin ve yaşam tarzının var olabilmesine imkan tanıyan yapılar” olarak tanımlanan üniversitelerde yaşanan başörtüsü yasağının varlığı dahi Türkiye’de sadece belli kesimlere yönelik bir mahalle baskısının olmadığını göstermeye yeter. Söz konusu mahalle baskısı yalnızca bugünün sorunu da değildir. Çorum, Maraş olayları meydana gelirken AKP yoktu. Cemaatler de yoktu. Mübadeleler gerçekleştirilirken, Varlık Vergisi’ne karar verilirken ya da 6-7 Eylül olayları yaşanırken ne bu parti ne de bu cemaatler mevcuttu.
Araştırmanın “hedef kitlesi” olarak “ötekileştirilenler”in seçilmiş olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu durumun, mahalle baskısına ilişkin taraflardan yalnızca birisinin tek taraflı algılarını yansıtmaktan öteye geçemeyeceği açıktır. Fakat yine de, araştırmacıların, muhafazakâr ve dindarları, onların “ötekileştirdikleri” üzerinden tanımlamak istekleri anlaşılabilir. Ancak bu noktada da, dinlenen hikayelerden sonra muhafazakâr ve dindar insanlara yeniden dönülmesi, onların kendilerini nasıl ifade ettiklerinin de dinlenmesi gerekmez miydi? Zira araştırmacıların üstlendikleri “kamplaşmanın tarafları arasındaki diyalog eksikliğinin giderilmesine yardımcı olma” misyonunun gerektirdiği yöntem de bu olmalıydı.
Netice itibarıyla bu tek taraflı algılamalar ve anlatılardan hareketle ne “mahalle baskısı” kavramına ilişkin, ne de “muhafazakârlık ile dindarlık ilişkilerinin yakınlığı”na dair bilimsel bir çözümleme yapılabilir. Araştırmacılar, özellikle Ramazan aylarında gazetelere çok daha fazla yansıtılan türden haberleri aktarmakla kendilerini bilimsel bir çalışma yapmış zannediyorlarsa, “www.mahallebaskisinamaruzkal-dimabla.com.tr” gibi bir site açarak Türkiye’nin hemen her bölgesinden, ilinden mahalle baskısına maruz kaldığını düşünenlerin hikâyelerini derlemeleri yeterli olabilirdi. Zira gerekli önlemler alındığında, bu türden bir derleme, tasnif ve analiz, tartışmalara konu edilen çalışmadan daha az bilimsel olmazdı.
Çalışma ayrıca muhafazakâr, dindar insanlardan gelen baskıların hangi nedenlerden kaynaklandığı üzerinde hiç durmuyor. Dolayısıyla da ne muhafazakârlık, ne dindarlık ve ne de muhafazakârlık-dindarlık ilişkisi hakkında bir şey söylüyor. Bu kavramların doğru dürüst bir tanımı dahi çalışmada yok. Sıklıkla kullanılan “azınlık”, “kimlik” kavramları da tanımlanmıyor. Baskıya konu olan davranışlar arasında bir tasnif de yapılmış değil. Düzgün bir tasnif yapılsaydı, belki de söz konusu mahalle baskısının “muhafazakârlık”tan ya da “dindarlık”tan kaynaklanmadığı ve “muhafazakâr-dindar” olarak nitelenemeyecek insanlarda da benzer davranışlara rastlanabildiği görülebilirdi.
Fakat araştırmacılar, çalışmalarının içeriği ve amacıyla doğrudan alakalı bu türden soruları gündemlerine almaktansa, özel bazı siyasal güçlerin güncel siyaset ihtiyaçlarına uygun sonuçlar çıkarıcı açıklamalar yapmayı tercih etmiş gözüküyorlar. Her zaman “yanlış anlaşıldım” türünden açıklamalar yaparak bilimsel namuslarını kurtarma opsiyonuna sahip olduktan sonra, ne gam!
Paylaş
Tavsiye Et