LONDRA’DA, ünlü Hyde Park’a bakan bir oteldeyim. Bu ayki YüzleşiYORUM için “Üçüncü Binyılın Yahudi Sorunu” başlıklı bir yazı üzerinde düşünüyorum. Masamda o gün Londra sahaflarından topladığım kitaplar. Martin Buber imzalı On Zion: The History of an Idea (Siyon, Bir Fikrin Tarihi) başlıklı kitabı satır satır çiziyorum. 1944 yılında, henüz II. Dünya Savaşı (dolayısıyla Yahudilerin Nazi kâbusu) sona ermeden Buber’in Kudüs’te verdiği derslerden oluşan kitap Yahudilere şu mesajı veriyor: “Siyon iç özgürleşme ve saflaşmadır. Görünür bir gerçeklik haline gelmeden önce ruhta doğmalıdır.”
Yahudilerin Filistin’de Araplarla kardeş kardeşe yaşamalarını düşleyen filozof, kurulacak devletin sayısız küçük devletlerden biri değil, ancak “manevi bir kuvvet” olabilirse ayakta kalabileceğini söylüyor. “Kabileleri millete dönüştüren şey, ortak Önder’in mesajıdır.” Moses Hess’ten Martin Buber’e uzanan, “bu mesaj”ı anlama ve onu tarihsel bir güce dönüştürme arzu ve serüvenini anlamaya gayret ediyorum. “Üçüncü Binyılın Yahudi Sorunu” bana “İkinci Binyılın Alman Sorunu”nun bir türevi gibi gözüküyor. İslam coğrafyasında küresel tarihin nabzının atmaya başladığı bir uğrakta, siyaset-eksenli komplo teorilerinden çok, tarih-temelli büyük fikrî atılımları anlamaya ihtiyacımız var.
Bir dünya meselesi olarak Yahudi sorununa dair düşüncelerimi Mart ve Nisan aylarına saklıyorum. Açıkçası biraz zaman kazanmak, okumakta olduğum metinleri sindirmek, daha önceki bilgilerimle yetinmemek istiyorum. Bu ay Buber’in “Kabileleri millete dönüştüren şey, ortak Önder’in mesajıdır” ifadesinden hareketle kendi halimize ışık tutmaya çalışacağım. Gerçek şu ki, İsrail’in vahşi Gazze saldırılarına, İslam dünyasında Türk Başbakan’dan daha cesur ve tutarlı bir karşı çıkış gösteren olmadı. Başka bir deyişle, İslam dünyası bir ortak Önder’e sahip olmadığını dünyaya faş etti.
Devletler, Erdemle Ayakta Durur
Martin Buber, bir dünya savaşının ortasında, milyonlarca millettaşı fırınlarda yakılırken, geride kalan ümitsizlere “iç özgürlük ve saflaşma”dan söz ediyordu. Millet ve vatan idealleri, “görünür bir gerçeklik haline gelmeden önce ruhta doğmalı”ydı. Müslümanların modern çağdaki büyük yitiği de bu ruh, bu iç özgürlük ve saflaşma olmalıdır.
İslam dünyasını yönetemiyoruz, çünkü tek tek ülkelerimizi; ülkeleri bırakın, şirketlerimizi bile yönetemiyoruz. Sağlam yönetimin iki temel kaynağı ruh ve fikirdir. Yahut din ile felsefe. Önce felsefeden başlayalım. Kılavuzlarımız Eflatun ile Farabi olsun. Eflatun’un Protagoras başlıklı eserinde, Sokrates ile Protagoras arasında yönetim sanatına dair çok öğretici bir konuşma geçiyor:
“Sokrates: Yönetim sanatının öğretilir bir şey olduğuna aklım yatmazdı. Atinalılar akıllı insanlardır. Yapı işleri konuşuldu mu mimarlara danışırlar, gemiler üzerinde konuşuldu mu gemi yapıcılarına başvururlar. Kısaca öğrenilir, öğretilir her şey için hep böyle davranırlar. Meslekten olmayan biri bu işler hakkında fikir yürütmeye kalkıştı mı zengin de olsa, güzel de olsa, asil de olsa onu kimse dinlemez. Fakat devlet yönetimiyle ilgili işler ortaya atıldı mı dülgerlerin, demircilerin, kunduracıların, tüccarların, denizcilerin, zenginlerin, fakirlerin, halk tabakasının ayağa kalkıp söz söyledikleri görülür. Bu kez hiçbir öğretmenden ders almadan, hiçbir yerde öğrenmeden fikir yürütmeye kalkışanların bu eksiğini kimse başlarına çalmaz. Bütün bunlar yönetim sanatının öğretilir bir şey olmadığını gösteriyor. Kişisel işlerde de böyledir. Yurttaşların en yetkinleri kendilerinde bulunan erdemi başkalarına öğretemiyorlar. Erdemin öğretilir bir şey olduğunu gerçekten biliyorsan, bizden esirgeme Protagoras.”
Protagoras cevabına önce tanrıların dünyayı ve içindeki varlıkları nasıl yarattıklarını açıklamakla başlıyor. Yaratılan varlıkların gün yüzüne kavuşturulacakları an yaklaşınca, her birine gerekli güçlerin bölüştürülmesi işini tanrılar Epimeteus ile Prometeus’a bırakıyorlar. Birincisi güçleri dağıtacak, ikincisi kontrol edecektir.
Epimeteus bölüştürme işinde bazılarına kuvvet veriyor, hız vermiyor; bazılarına da hız veriyor fakat kuvvet vermiyor. Küçük gövdelilere kaçmak için kanat veya yeraltına sığınma kabiliyeti veriyor; gövdelileri de irilikleriyle kurtarmış oluyor. Böylece hayvanlar arasında bir uyum kuruluyor ve türlerin yok olmalarının önüne geçiliyor. Her tür için ayrı ayrı besinler bulunuyor. Kimine yerin otları, kimine ağaçların yemişleri, kimine kökleri, kimine de hayvanların etleri düşüyor. Fakat yenenlerin türlerini tükenmekten korumak için, yiyenlerin az, yenenlerin de çok üremeleri sağlanıyor.
Böylece elinde ne var ne yok tedbirsizce harcayan Epimeteus, insanları donanımlı kılacak hiçbir şey bırakmıyor. Kontrole gelen Prometeus şaşırıp kalıyor ve insanları korunaklı kılmak için Hepaestos ile Atena’nın sanat bilgisini, ateşi çalarak insana armağan ediyor. Fakat insanlarda yönetim bilgisi yoktu; o bilgi Zeus’taydı. Sanatları kendilerini besliyor, fakat hayvanlarla dövüşmeye yetmiyordu.
“Kendilerini korumak için birleşip şehirler kurmaya yelteniyorlardı, fakat yönetim sanatını bilmedikleri için, birbirleriyle didişerek dağılmaya başlıyor, hayvanlar da onları gene öldürüyordu. Bunun üzerine Zeus, türümüzün tükenmesinden korkuyor, şehirlerde düzen, insanlar arasında da dostluk kurmak için Hermes ile insanlara edep ve doğruluk gönderiyor.”
Hermes, Zeus’a edep ve doğruluk erdemini herkese mi, yoksa diğer sanatlarda olduğu gibi bazılarına mı dağıtması gerektiğini soruyor. Zeus “hepsine dağıt” diyor. Çünkü diyor Protagoras, “bu öteki sanatlarda olduğu gibi insanların bazılarında bulunsaydı şehirler tutunamazdı. Atinalılar doğruluk, ölçü daha doğrusu yönetim sanatı konuşuldu mu herkesi dinlemekte haklıdırlar. Çünkü ancak herkesin erdemden payı olmasıyla devletlerin var olabileceğine inanmışlardır.”
Önderlerin Mayasındaki Altın
Peki, erdemli olmak yönetici olmak için yeterli midir? Erdemler herkesin payına düştüğüne göre, yöneticilerde hangi farklı meziyetlerin bulunması gerekiyor? Eflatun bu soruya ünlü eseri Devlet’te cevap veriyordu. Orada bir Fenike masalı anlatarak, Atinalıları şuna inandırmaya çalışıyordu:
“Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aramızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir. Ama arada bir, altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. Bunun için Tanrı, her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. Kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp, onları hamurlarına uygun işlere koyacak; çiftçi ya da işçi yapacak. Çiftçi ve işçi çocukları arasından mayaları altın ve gümüşle katışık doğanlar olursa, onları gözetecek, kimini önderliğe kimini bekçiliğe yükseltecek; çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur.”
Eflatun’dan önemli ölçüde etkilenmiş olan Farabi’ye göreyse, erdemli (fazıl) şehrin yöneticisinin mayasında altın olması şunlara delalettir: Kendisine söylenen her şeyi iyi kavrayıp anlar; zeki ve uyanıktır; güzel konuşur; öğrenir ve öğretir; doğrudur ve doğruları sever, yalandan ve yalancılardan nefret eder; hep yüksek şeyleri arar ve (mayasında altın olduğundan) altın ve gümüşe göz koymaz; adaleti ve adalet ehlini sever; mutedil mizaçtadır; büyük azim ve irade sahibidir.
Farabi bunları sıraladıktan sonra şöyle sorar: Bütün bu meziyetler bir tek kişide toplanmadığı zaman ne olacaktır? Cevap: “Eğer fazıl şehirde bir kimse riyaset şartlarının ilk altısını veya beşini kendinde toplarsa, muhayyile kuvvetine ait olan diğer meziyetler kendinde olmasa bile, reis olur.” Reiste şu altı özelliğin bulunması gözetilir:
1. Hakîm (hikmet sahibi) olması.
2. Kendinden önce gelenlerin şehre verdikleri kanun ve düsturları bilip bellemesi ve bütün işlerinde onların izinden, bu kanunlar mucibince hareket etmesi.
3. Eskilerin kanuna bağlamadıkları hususlar hakkında iyi istinbatlarda (çıkarımlarda) bulunması.
4. Eskilerin tabiatıyla meşgul olmadıkları bugünkü meseleler hakkında iyi hükümler verebilmesi için kuvvetli istinbatlarda bulunması ve istinbatlarının ülke menfaatlerinden mülhem olması.
5. Eskilerin hukuk düzenlerini ve onların izlerinden giderek kendisinin istinbat ettiği kanunları iyi konuşarak öğretebilmesi.
6. Harp yorgunluklarına bedenen mütehammil olması ve harp sanatının aslî ve tâli özelliklerini bilmesi.
Peki, bu özellikler birden fazla kişide bulunursa ne olur? Cevap: “Bunlardan biri hikmet sahibi, diğeri de öteki şartları haizse, her ikisi de reis olurlar. Eğer bu şartlar muhtelif kimseler arasında dağılmış bulunursa ve bunların birincisinde hikmet, ikincisinde 2., üçüncüsünde 3., dördüncüde 4., beşincide 5., altıncıda 6. şart bulunursa ve bunlar birbirleriyle anlaşmış ve uzlaşmış olurlarsa hepsi de reis olurlar. Fakat hikmet riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün, diğer şartlar bulunmuş olsa da, fazıl şehir kralsız kalır. Kendisine teslim olacak bir hakîm (hikmet sahibi) bulmayan şehir, gecikmez yıkılır.”
Önder Önce Kendini Fetheder!
Tarih boyunca, iyi yönetimin asıl kaynağı ise din olmuştur. Her peygamber örnek bir yöneticidir. Yönetici-peygamber vasfı en belirgin olan Allah elçisi ise muhakkak ki Hz. Muhammed’dir. Teori ve pratiği ile yönetim zihniyet ve ahlakı O’nda zirvesini bulmuştur. Onun anlayış ve uygulamasında yöneticilik, örgütlerimizi kıyamet bilinci ile idare etmektir. Buhari’de şöyle bir hadis rivayet ediliyor:
Allah Resulü ashabıyla konuşurken çıkagelen bir bedevi, kıyametin ne zaman kopacağını sordu. Hazreti Peygamber’in “Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle” demesi üzerine, bedevi emanetin nasıl zayi olacağını sordu. Allah Resulü şöyle buyurdu: “İş ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!” Başka bir hadiste ise şöyle buyurur: “Kim bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu biri bulunduğu halde başka birini göreve getirirse Allah’a, Resulüne ve müminlere ihanet etmiş demektir.”
Bir kişinin doğru seçimi, bin kişinin doğru seçimidir. Seçilen eğriyse, yönetim boyuna eğriliğe ve zulme meyleder. Allah Resulü şöyle buyurdu: “İki topluluk düzgün olduğunda, insanlar da düzgün olur. Bozuk olduğunda insanlar da bozuk olur. Bunlar bilginlerle yöneticilerdir.”
Siyasetname literatürümüz bir anlamda bu ve benzeri hadislerde ifadesini bulan yönetim bilincinin çağlar boyunca hükümdarlara hatırlatılmasından oluşmaktadır. Mesela Ebu’n-Necib Sühreverdî tarafından miladi 12. yüzyıl ortalarında yazılıp Selahaddin Eyyubî’ye sunulan Nehcü’s-Sülûk fî Siyâseti’l-Mülûk başlıklı siyasetnamede, devlet başkanlarının yönetim ve siyasette sekiz şeye benzemeleri iyi olur denilmektedir:Yağmur, güneş, ay, rüzgar, ateş, su, yeryüzü ve ölüm.
Önder-yönetici, takipçilerini yağmur gibi sular; gelişmelerinin önünü açar. Onları güneş gibi ısıtır. Ayırımcılık yapmayıp hepsini kucaklar; “adalet kamerinin ışıklarını sırf seçkinlere hasretmeyip, ay gibi cömert ve feyizli ışıklarını her zümreye yayar, hiç kimseyi adaletin berrak aydınlığından yoksun bırakmaz.”
Önder-yönetici rüzgar gibidir. “Esintisiyle cihanın hiçbir bölgesini ihmal etmeyip, nasıl ki her tarafı tesiri altına alıyorsa, devlet başkanı da güzel tedbirleriyle doğru ve güvenilir adamları vasıtasıyla bütün tebaanın, vali ve hâkimlerin, muhafız ve askerlerin, seçkin hizmetçilerin ve onların dost ve düşmanlarının hareket tarzları hakkında tam olarak bilgi edinir, bunlardan hiç birini ihmal etmez.”
Önder-yönetici zararlı otları ayıklamada ateş gibi yakıcı, sert düşmanları alt etmede su gibi akıcı, sır saklamada yer gibi sağlam olmalıdır. Everest tepesinin zirvesine çıkan ilk dağcılardan Jim Whitaker, bir dağın hiçbir zaman fethedilemeyeceğini söylüyordu: “Dağ fethedilmez, kendinizi fethedersiniz sadece, ümitlerinizi, korkularınızı fethedersiniz.”
Ve nihayet, önder-yönetici ölüm gibi olmalıdır. “Nasıl ki ölüm ansızın ortaya çıkar, dünyanın gelip geçici lezzetlerine dalmış olan gafilleri yakalar, üstelik ne rica ne rüşvet kabul ederek ruhlarını kabzedip aman vermezse, devlet başkanı da bozguncu ve düşmanları ansızın gaflette yakalamalı, kaçmalarına müsaade ve müsamaha göstermemelidir.”
On beşinci yüzyılda kaleme alınmış manzum bir fütüvvetnameden önder-yönetici ve takipçilerinin vasıflarına dair bir değerlendirme ile sözü bağlayalım:
Türk ü Rûm u Kürd ü Hind u Arab
Her dilün bil ma’nisin sakla edeb
Her neyikim sana hoş gelmez anı
Kılma kimseye ki yıkarsın dini
Sevmedügün severin dime sakın
Er olanlar kimseye komaz hakkın
Arzu seddin yıka gör kim puttur ol
Kim haber böyle getirmişdür Resul:
Arzudandır kim yavuz olur yavaş
Arzudan kopar kamu yirde savaş
Pes şerî’at arzudan geçmek durur
Bâtıl işlerden Hakk’a göçmek durur.
Paylaş
Tavsiye Et