Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2009) > Yüzleşiyorum > Mimari, şiir ve siyaset
Yüzleşiyorum
Mimari, şiir ve siyaset
Mustafa Özel
BUNDAN tam 15 yıl önce bir yerel seçim sonrasıydı. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı seçilmiş ve aylardır yağmayan yağmur şehrin kirlenen yüzünü yıkamaya başlamıştı. Beyoğlu sahaflarını dolaşmış ve yorgun argın Taksim’e yürürken dostlar sardılar etrafımı: İsmail Kara, Nabi Avcı, Özkul Eren… “Turgut Hoca’ya gidiyoruz, haydi sen de gel!” Gelmez miyim? Cihangir’deki bürosuna yürüdük.
Karışık duygular içindeydi bilge mimar. “Şeytanla cephe savaşı yapılmaz!” diye söze başladı. AK Parti’nin ampulü henüz icat edilmemişti, fakat ben beynimin bütün ampullerini yakarak dikkat kesildim. Ne demek istiyordu? Sorularla açmaya çalıştık. O günden aklımda kalan en önemli tespit şuydu:
“Ben 1950’den beri bütün İstanbul belediye başkanlarının imar ve şehir planlaması hususlarında bir şekilde danışmanı oldum. Kesinlikle diyebilirim ki, hakkaniyetli bir şehir yönetiminin ve şehirciliğin ortaya çıkmamasında en büyük amil, başkanlardan ziyade çevreleridir. Ülke yönetiminde de durum farklı değildir. Turgut (Özal) Bey’i ve çevresini düşünün. Mesela Ahmet İsvan hırsız değildi; malum XY (adını herkesin kolayca tahmin edebileceği efsane başkan!) ise düpedüz hırsızdı. Fakat hırsızlar belediyeyi İsvan döneminde daha fazla soydular!”
Aslında bu tür konulara girmekten çok hazzetmezdi. Bütün bilgeler gibi, kelimelerin kanatları üzerinde yaşamak isterdi. Fakat bizim merakımız şehir yönetimine odaklanınca, o da ister istemez konuşmasını sürdürdü: “Emin olunuz, şehrin bütün siyah şeytanları şu anda bembeyaz kanatlar takınarak Tayyip Bey’in çevresinde dönmeye başlamışlardır. Onun iyi bir insan olduğunu ve şeytanlara uymayacağını biliyorum. Fakat bilmesi gereken bir şey var: Şeytanla cephe savaşı yapılmaz!”
Böyle diyor fakat kendisi şeytanla cepheden savaşıyordu. Savaştığı şeytan renkten renge, kılıktan kılığa giriyordu: Nefs, gurur, modernlik, ruhsuzluk, standartsızlık, standartları putlaştırmak, cahillik, okumuşluk görüntüsü… “Prefabrike, beton konut imal eden ‘fabrikalalar’ı İblis’in bizzat tezahürü” sayıyordu. Mimar elbette teknolojik imkânlardan yararlanacaktı; fakat işi teknolojiden ibaret görüp, mimariyi çevreye hükmetmek sanmak firavunluktan başka bir şey değildi.
Osmanlı mimarisi, Osmanlı inanç ve düşünce dünyasının taşa yansımasıydı. Üstün teknik donanımına rağmen, Mimar Sinan teknolojik başarıların peşinde koşan bir kişilik değildi. “Onu kendine has Osmanlı kültür ortamından soyutlayarak, Rönesans’ın belirlediği amaç ve çözümlemelere ulaşma çabasındaki bir sanatçı olarak algılamak yanlıştır. İslam düşünce ve kültürünün temel ilkesi Tevhîd’dir ve İslam mimarisi bu ilke ekseninde vücut bulmuştur. Sinan, bu arayışın zirveye ulaşmasıdır.”
 
Fatih’ten Beyazıt’a Nasıl Geçildi?
Piyale Paşa Camii 1573 yılında yapılmış. Turgut Hoca bir gün bize şunu sordu: Arkadaşlar, 16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı düşünürleri arasında bir hareket felsefesi tartışması var mı acaba? Piyale Paşa Camii’nin o kadar hareketli bir mimarisi var ki, Sinan bunu gelişigüzel yapmış olamaz. Bu abidevî eser mutlaka o dönemdeki bir meselenin çözümü olarak ortaya çıkmıştır!
Fakat bilge mimarın kafasını asıl kurcalayan mesele mağrur Fatih Camii ve külliyesinden mütevazı Beyazıt Camii ve külliyesine geçişteki esrardı. Birincisi katı, dikdörtgen, çevresine hükmeden, ilave kabul etmez emperyal bir yapı. İkincisi yumuşak, çevresiyle uyumlu, ilave yapılara gülümseyen dervişane bir çözümleme. Birincisi buyuruyor, ikincisi kucaklıyor.
Bilim Sanat Vakfı’nın düzenlediği Vefa Semti Sempozyumu’nda muhteşem bir konuşma yapan Turgut Bey, bir nesil içinde Fatih Camii mimari ve felsefesinden Beyazıt Camii’ne geçişi Şeyh Vefa Etkisi ile açıkladı. Bu geçiş ona göre Osmanlı sistemini insanileştiren, onu gelecek nesillerin katkılarına elverişli hale getiren önemli bir dönüm noktasıydı.
Kimdi Şeyh Vefa? Kendisine bağlanmak isteyen İstanbul fatihini reddedebilen müstesna bir şahsiyet. Sultan, kendisini ziyaret için haber gönderip destur talep ettiğinde, Ebu’l-Vefâ Hazretleri der ki: “Hünkârıma selam ve saygılarımı arz edin, gelmesin, müsait değilim.” Fâtih “Ben gideceğim. Öyle arzu ediyorum, içim daralıyor” der.
Ve gidiyor padişah. Fakat Hoca Efendi camiyi kilitliyor ve padişahı içeriye almıyor. İstanbul’u fetheden büyük kumandan, bir süre dolaştıktan sonra tıpış tıpış sarayına geri dönüyor. Tabii şeyhin etrafındakiler şok oluyorlar. Cihan padişahına nasıl böyle bir muamele yapılabilir? Ve niçin yapılır? Diyor ki Ebu’l-Vefâ: “Benim onun gibi mürîde ihtiyacım yok. Bakın sizler varsınız. O şimdi gelirse buranın tadını alır, buradan çıkmaz, o zaman devleti kim idare edecek?”
Devleti idare edecek insanlar öyle kolay yetişmiyor. Dolayısıyla bir cemiyette hem Ebu’l-Vefâ Hazretleri olacak, hem Sultan Fâtih. Cemiyette bütün bunların birbirini tamamlaması ve her ferdin mümkün olduğu kadar iç dünyasıyla dış dünyasını dengeli hale getirmesi lâzım. Bu kimi insanlarda daha çok şiir, edebiyat ağırlıklı olarak, kimisinde tasavvuf ve diğer vasıtalarla gerçekleşir. Aslında bunların hepsi birbirini tamamlar ve neticede bizi hakikate götüren birer köprü haline gelirler.
Fatih, Şeyh Vefa’dan medreselerinin hepsinin başına geçerek ders vermesini rica etmesine rağmen o kendi küçük ortamında evini, kitaplık ve medresesini birbirine ekleyerek yapar. “Evvela kendi evinde tedrisatını yapıyor ve sonra da medreseyi ekliyor. Yani Şeyh Vefa’nın meydana getirdiği tesis zaman içinde parçalar birbirine eklenerek oluşuyor. Fatih Külliyesi’ndeki karar alma sistematiğinin tam tersi bir yaklaşım. (Orada) hükümdar yanında mimarla bir şema tayin ediyor ve o şemaya göre cami inşa ediliyor. O şemaya bir şey ekleyemiyor veya çıkaramıyorsunuz. Bu aslında geleceği dondurmaktır. Geleceğin oluşabilecek imkânlarının sizin yaptığınızdan daha iyi olması ihtimalinin olmadığını düşünmektir. Tabii bu da çok ciddi bir gururdur ve o gururun yeri yücelik değildir.” (Bir Semte Vefa, Klasik Yayınları, 2009.) Beyazıt Külliyesi tam Vefa modeline göre kuruluyor ve Osmanlı’nın kibrini tevazuya kalbediyor. Bir mimari tarzının seçimi, bir insani duruşun seçimine dönüşüyor.
 
Mimariden Şiire Siyaset
Şimdi yine bir seçim ortamındayız. Seçim sonrasında bize Şeytanla cengin mahiyetini kavratacak mimar ustamız artık yok. Ben de seçim şuurumu bilemede çaresiz mimariden şiire atlıyorum. Osmanlı duruşundan modern duruşa geçiş çağının şiirine.
Her seçim temelde bir adalet arayışıdır. Ziya Paşa bir buçuk asır önce bu kadim arzuyu şöyle dillendiriyordu:
Her millet için bir düzüye adlini âm et
Fikr-i gazab-ı Hazret-i Mabud-ı Enam et
(Adaletini her topluluğa ayırım yapmadan uygula; Allah’ın gazabını aklından çıkarma.)
Ziya Paşa, bir ayağı Doğu’da bir ayağı Batı’da olan Tanzimat aydınlarının en ürperenlerinden biriydi. Şiirlerine hâkim olan metafizik gerilim, onu aşktan başı dönen Divan şairlerinden kesin hatlarla ayırıyordu:
 
Yâ Rab nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn
Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdan masûn
Yâ Rab niçin bu arsada her şahs-ı ârifin
Mikdâr-ı fazlına göre derdi olur füzûn
(Ya Rab, bilgili insanlar bu dünyada akıllı olmanın belasını neden huzursuzluklarıyla öderler? Ya neden ariflerin derdi, erdemleri ölçüsünde artar?)
 
Başka bir yerde gene dünyaya gelmiş olmanın dayanılmaz ağırlığına şöyle işaret ediyordu:
Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan
Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan
Asûde olam dersen eğer gelme cihâna
Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazâdan
Her âkıle bir derd bu âlemde mukarrer
Rahat yaşamış var mı güruh-ı ukalâdan
(Yokluk kanı akan çeşmeden bir damla içen, artık başını bela yağmurundan kurtaramaz. Mutlu olayım dersen gelme dünyaya; buraya gelen kaza taşından kurtulamaz. Bu dünyada her akıllıya bir dert düşmüştür; akıllı kişiler arasında rahat yaşamış var mı?)
 
İlk değindiğimiz şiire geri dönersek, Ziya Paşa orada önce mutluluğun, ardından verimliliğin anahtarlarını sunuyor insanlara:
İncinmemek istersen eğer mülk-i fenâda
Bir kimseyi incitmemeğe hasr-ı merâm et
Bir yerde ki yok nağmeni takdir edecek gûş
Tazyi’-i nefes eyleme tebdîl-i makâm et
(Bu fani dünyada incinmek istemiyorsan, kimseyi incitmemeye gayret et. Sözüne kulak veren yoksa bir yerde, boş yere nefes tüketeceğine yerini değiştir.)
Mânend-i şecer nâbit olur sâbit olanlar
Her kangı işin ehli isen anda devam et
Noksanını bil bir işe ya başlama evvel
Ya başladığın kârı pezîrâ-yı hitâm et
(Kararlı kişiler ağaç gibi verimli olur; hangi işin ustasıysan, onu sürdür. Eksiğini bil; ya bir işe başlama, ya da başlamış isen yarım bırakma.)
 
Ziya Paşa’nın günümüz liderlerine mesajı şu: Yardımcılarınızı iyi seçin; insanın kadrini kavrayın; Allah’tan korkun ve sözün değerini bilin:
Asafın mikdârın bilmez Süleyman olmayan
Bilmez insan kadrini insan olmayan
Kim ki korkmaz Hak’dan ondan korkar erbâb-ı ukûl
Her ne isterse yapar Hak’dan hirâsân olmayan
İtiraz eylerse bir nâdân Ziya hâmûş olur
Çünki bilmez kadr-i güftârın sühandân olmayan
 
Namık Kemal, Ziya Paşa’ya nazire yaparcasına, adaleti ihmal eden devletin ayakta kalamayacağını haykırır: Milletin bireyleri arasında adalet yoksa, devletin gücü arşa da çıksa yok olur. Devletin sermayesi halkın kazandığı ilimdir; o ilmin ürünlerini yayıp harcadıkça devlet ilerler. Dilim (yoksa gönlüm mü?) hikmetli yücelerin Hüma’sıdır ey Kemal; gururla sığınacağım yer devletin gölgesi değil:
Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde
Geçer bir gün zemîne arşa çıksa pâye-i devlet
Eder kesb-i terakki bezl ü sarf ettikçe mahsûlün
Umûmun dâniş-i meksûbudur sermâye-i devlet
Hümâ-yı evc-i istiğnâ-yı hikmettir dilim Nâmık
Değildir mültecâ-yı iftihârım sâye-i devlet
 
Bir nesil sonra Abdülhak Hamid, gözlerini sonsuz uzaya dikerek şunları sorar:
Ey encüm ü ecrâmda ârâm sürenler
Bizden daha merfû ü muallâ mısınız siz?
Ahkâm-ber-i hikmet-i Mevlâ mısınız siz?
Sizlerde dahi var mı ya ahkâm sürenler?
Bir zümreye bir fert mi kılmakta hükûmet?
Sizlerde de cârî mi o ahkâm-ı hasîse
Bizlerde olan hîle vü iğfâl ü desîse
Ol kibr ü gurur u garaz u harb ü husûmet?
(Ey göklerin ücra köşelerinde varlığını sürdürenler, bizden daha yüksek ve ulu musunuz? Mevla’nın hikmetine dayalı hükümlere mi tabisiniz, yoksa sizde de hüküm sahipleri var mı? Bir toplumu bir birey mi yönetmektedir? O alçak hükümler sizde de geçerli mi? Bizde görülen hile, aldatma, desise, kibir, gurur, garaz, savaş ve husumet sizde de var mı?)
 
Tanzimat şiiri bugün de siyaset bilincimizi yeniliyor, siyasi duruşumuzu tanzim ediyor. Fakat biz gene de daha yakınlardaki bir şaire, Arif Nihat Asya’ya, onun Süleyman Çelebi’den Mimar Sinan’a uzanan Osmanlı özlemine kulak veriyoruz:
Vicdanlar, sakat çıkmadan
Ya Muhammed, yarına
İyiliklerle gel, güzelliklerle gel
Adem oğullarına!
Yüreklerden taşsın
Yine, imanlar!
Itrî bestelesin Tekbîr’ini
Evliyâ, okusun Kur’an’lar!
Ve Kur’an’ı göz nuruyla çoğaltsın
Kayışzade Osman’lar!
Na’tini Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!  

Paylaş Tavsiye Et