İNSANIN yaptığı işi sadece yapması gerektiği, para veya mevki için değil, o işe kendi hayatının biricikliğinden süzülüp gelen bir anlam katabilmesi, mevcut anlamları yeni ve özgün deneyimlerin ışığında yeniden yorumlayabilmesi için o kişinin bir özne olması gerekir. Modernleşme tarihimiz boyunca her alanda belki de en az çıkardığımız şeydir özne. Özne olmak, özgün olmak, özellikli olmak, özgür olmak sosyal ilişkiler içinde yerleştiğimiz konumun aynı zamanda bir duruşa da tekabül etmesini gerektiriyor. Turgut Cansever insanlığın sosyal çevrelerini, evlerini, yapılarını inşa etmek için binyıllar boyunca elleri, zihinleri, emekleri, duygularıyla biriktirdiklerini özümsemiş bir mimar; doğal çevre, insan bedeni ve sosyal ilişkiler arasındaki gerekli denge ve uyumun ancak insani ölçekleri yok etmeden kurulacak şehirlerde olabileceğini bakışında, perspektifinde cisimleştirmiş bir düşünce adamıydı. Mimaride ya da düşüncede Cansever duruşu, perspektifi, görme tekniği ne kadar özgün ve değerli idiyse; aynı zamanda onun sanatı ve eserleri, hafızasını kaybetmiş birinin geçmişine dönük bulanık imgeleri, yaşanmışlıklarını trajik geri çağırma seanslarını kalıcı bir travmaya çevirmeden, kendi ferdiyetinin yüceliğini fark edip özneliğiyle yeniden inkişaf ederek geçmişi bugünle barıştırmayı, tekrara düşmeden bugünü yeniden keşfetmeyi öğretmesi gibi toplumsal tecrübemiz bakımından bir büyük metindir.
Cansever’in sanatı, düşüncesi ve emeğiyle yeryüzünde bıraktığı izler, bizleri bir an olsun durup düşünmeye, çılgınca acilciliklerden kaçınmaya, abartıya kaçmadan kendimizi keşfetmeye, tamahkârlığımıza ayna tutmaya bir davettir. Asla telkinde bulunmaz bu sanat. Ferdiyetin yüceliğini yaralayan bir telkini reddeder. Onun mimarlığı saldırgan, baskıcı ve telkin edici bir heybetten hep kaçmış, insanı doğanın efendisi değil kardeşi görmüş, doğayla savaşı değil uyumu aramış bir tevazu ve erdem pratiğidir. Sosyolog Richard Sennett, Batı dünyasının temel trajedilerinin kökeninde iç ile dış arasındaki yarılmanın yattığını iddia eder. Ev içi ile ev dışı, kamusal ile özel, doğal çevre ile toplum arasına çekilen duvarların, megakentlerin, dayatmacı ızgara planların insanların engellenmişliğinin, bastırılmışlığının temel nedenleri olduğunu belirtir. Özel hayatı korumak adına inşa edilen bu duvarlar bireyi/özneyi ufalamış, öğütmüş ve silikleştirmiş; tahakkümle telkin eden modern devleti ve onun total kurumlarını ise devleştirmiştir. Cansever neredeyse bütün ömrü boyunca, ferdiyetin yüceliğini terk etmeden insanın ve toplumsal dünyasının doğayla, diğer insanlarla uyumlu bir birlikteliğinin mümkün olduğunu savundu ve fakat çağımızdaki gösterişçi bireyciliğin, despotik bilimciliğin, ceberut devletçiliğin vb. bunun önünde oluşturduğu setleri dönüştürmenin gerekliliğini anlattı. Yarılmış, engellenmiş benliklerimizi yeniden toparlamak, bütünleştirmek için durup bir daha düşünmeye, daha çok tevazua ihtiyacımız olduğunu gösterdi, hissettirdi. Bu tavrı ve tarzıyla büyük bir mimar değildi sadece, bir düşünür; duruş sahibi, söz sahibi, fikir sahibi bir özneydi.
Turgut Cansever Hocamız aramızdan ayrıldı. Ama sanatı, düşüncesi, emeği, bıraktığı güzelliğin, tezyinatın izleri aramızda: İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da, Antalya’da, Bodrum’da ve daha birçok yerde. Bütün bu eserler bütün insanlığa çok şey söylüyor. “Gerçekçi ütopyalar” kurabileceğimizi anlatıyor. Onun düşünce iklimimize hatırlattığı manidar şeylerin başında, insan olarak, toplum olarak dünyadaki, varlık içindeki yerimizi yeniden keşfedecek bir sükûnete, bir sorgulamaya, umuda ve şükrana olan ihtiyacımız geliyordu. Vefatının ardından serinkanlı bir şekilde onun mimarlık ve düşünce mirasını defalarca gözden geçirmeye, dertlerini anlamaya, üzerinde düşünmeye olan ihtiyacımız ise; bu aciliyet, gösteriş, kaba şıklık ve performans çağında, dünden daha da çok. Onun sanatının yeni kuşaklara tanıtılması ve özellikle duruş sahibi bir özne olmanın ne demek olduğunu göstermek ise bir gereklilik.
Paylaş
Tavsiye Et