MUSTAFA Kemal’le ilgili dolaşıma girmeyi başarmış en kişisel hikaye, ilk karşılaşmalarında onun kısa boyunu görüp ince sesini duyduktan sonra kahrolan, ancak bağrına taş basan Demirci Mehmed Efe’nin, Paşa’nın kahvesini çok şekerli istemesi üzerine dayanamayıp “İşte bunu bana etmeyecektin Paşam” demesidir herhalde. Onunla ilgili, içinde Safiye Ayla, Zsa Zsa Gabor veya içki, eğlence gibi kelimelerin geçtiği zararsız dedikodular bile kaşların havaya kalkmasına yeter de artar. Azılı Mustafa Kemal düşmanı Rıza Nur’un Hayatım ve Hatıratım başlığı altında topladığı anılarının, H.C. Armstrong’un Bozkurt adlı kitabının, Lord Kinross’un Atatürk biyografisinin zamanında ne kadar büyük endişelere neden olduğu bilinir. Hatta bunlardan ilkinin sansürsüz nüshalarını okumak hâlâ mümkün olmamıştır.
İki yıl önce İpek Çalışlar’ın Latife Hanım adlı romanı yayınlandığında da gerilimli günler yaşamıştık. Çalışlar’ın Latife Hanım’ın kız kardeşi Vecihe İlmen’in hatıralarına dayanarak, 1 Nisan 1923 gecesi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in cinayet zanlısı Topal Osman’ın Çankaya Köşkü’ne düzenlediği silahlı baskında, Atatürk’ün Latife Hanım’ın çarşafını giyerek köşkten kaçtığını ifade etmesi, savcılık tarafından suç olarak görülmüş; Çalışlar ve onunla röportaj yapan Hürriyet Gazetesi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Necdet Tatlıcan hakkında 4,5 yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.
Halbuki bu olay daha önce pek çok tarihçi tarafından aşağı yukarı aynı şekilde ele alınmıştı. Çalışlar ile diğer tarihçilerin yaklaşımları arasındaki tek fark, Mustafa Kemal’in köşkten saldırıdan önce mi yoksa olay sırasında mı kaçtığı konusunda ortaya çıkıyordu. Yoksa kimsenin Topal Osman’ın Mustafa Kemal’i öldürmeye teşebbüs ettiğine, onun da evini terk ettiğine itirazı yoktu. Buna rağmen pek çok kişi, Çalışlar’ın çizdiği Atatürk tablosuyla hayallerindeki Atatürk tablosunun örtüşmediğini ileri sürerek, “Yedi düvele boyun eğdirmiş kahraman bir komutan, bir çapulcudan mı korkacak?” şeklinde özetlenebilecek bir tartışmaya girişmişti. Mustafa Kemal’in “korkak”, hatta daha ileri gidelim “karısından bile korkak”, üstelik “kadın kıyafetine bile girebilecek kadar korkak” olduğunu ima ettiğini düşünerek İpek Çalışlar’ı hain ilan edenler, şimdi de Can Dündar’ın Mustafa filmi üzerinde benzer bir tartışma yürütüyorlar ve Dündar’ı da deyim yerindeyse linç etmeye çalışıyorlar. Üstelik bu sefer, ortada sınırlı sayıda kişiye ulaşan kitap gibi bir malzeme değil, bir milyona yakın kişinin izlediği bir filmin olması, saldırıların şiddetini daha da arttırmış görünüyor.
Filmin senaryosunda pek çok maddi hatanın olduğu, resmî tarihin önemli kodlarının aynen tekrarlandığı, Mustafa Kemal’i ve Kemalizm düşüncesini anlamak açısından anahtar öneme sahip bazı olayların es geçildiği ya da çok kısa tutulduğu doğru. Mustafa Kemal’in modernleşmeci yanının Freudyen yorumlarla basitleştirildiği, sığlaştırıldı da doğru. Ama bunlardan kalkarak, Atatürk hakkında yazılabilecek yüzlerce değişik senaryodan birini filme çekmekten öte bir şey yapmamış olan Dündar’ın amacının, Mustafa Kemal’in zaaflarını ortaya çıkarmak suretiyle onu küçük düşürmek, küçük düşürerek de Cumhuriyet’in temellerini dinamitlemek olduğunu ileri sürmek, hatta onu neredeyse vatan haini ilan etmek gerçekten marazi bir duruma işaret ediyor.
Bu maraziyetin vardığı trajikomik zirve (filmi Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirenlerin bir komplosu olarak takdim eden gazeteciyi saymazsak), 12 Eylül darbecilerinin Atatürk şampiyonluğu kapsamında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK)’na bağlı olarak faaliyet gösteren Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nın “Mustafa” yorumu oldu. Söze “İnsan Atatürk anlatıldı” iddiasına karşı çıkarak başlayan adı meçhul uzman, filmdeki mecazları bile kavrayamamış. Örneğin “Atatürk’ün gökten yere indirilmesi” mecazını, “Milletine ve memleketine büyük hizmetler etmiş birinin ruhu, kötü ruhlar gibi yerin altında uçmayacağına göre gökte farz edilmesi son derece tabii görülmelidir” diye yorumlamış. Atatürk’ün siyasi muhaliflerini tasfiye etmesiyle ortaya çıkan yalnızlığının doğru olmadığının delili de son yıllarında yanında manevi kızları Sabiha ile Ülkü’nün olmasıymış. Atatürk’ün, sadece filmde adı zikredilen İzmit Basın Konferansı’nda değil, başka yerlerde de belirttiği “Kürtlere özerklik verilmesi” düşüncesinin ise kaynağı belli değilmiş ve filmin izlenmesini arttırmak için konulmuş. Yorumcunun Dündar’ı beraat ettirdiği tek iddia, filmde Atatürk’e açıkça diktatör dememesi, bu “yakıştırma”nın sonradan basın tarafından yapılması. Yine de yorumcu, basına her zaman inanılmayacağının altını çizerek işi sağlama bağlamış. Sevindirici yan ise eleştiri yazısının daha öncekilerle karşılaştırılmayacak kadar sakin bir dille kaleme alınması.
Cumhuriyet Modernleşmesi, Atatürk’ün Totemleştirilmesine Muhtaç
Taze bir örneğini verdiğimiz bu marazi tutumun arka planını, Cumhuriyet tarihi boyunca, sistematik bir biçimde Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılması ameliyesi oluşturuyor. Bilindiği gibi totem, ilkel toplumlarda içinde yer aldığı grubun atasıdır; onun koruyucu ruhu, iyilik taşıyıcısıdır. Freud’dan öğrendiğimize göre, totemler hem dinsel hem de toplumsal boyutlar taşır. Bir din olarak totemizm, insanla totem arasındaki saygı ve itibar ilişkilerini; toplumsal bir sistem olarak ise toplumun üyeleri arasındaki karşılıklı yükümlülüklerle, diğer toplumlar, klanlar arasındaki ilişkileri düzenler. Levi-Strauss’a göre totemizm, göstergeler arasında bağdaşım ve bağdaşmazlık kuralları koymakla yetinmez, aynı zamanda kimi davranışları buyurur, kimilerini de yasaklar. İşte tabu denen şey, esasen toteme dokunmanın tehlikeli, kirli, lanetli ya da suç oluşturan, kaçınılması gereken bir durum olarak tanımlanmasıdır. Kısaca sınırlamalardır, yasaklardır. Bu yasakların çoğu zaman mantığı olmamasına ve tutarlı bir sistem oluşturmamasına rağmen, tabunun yıkılması toplum birliğinin yıkılması anlamına geleceği için, yasaklar sıkı sıkıya uygulanır. Anlattığımız bu süreç, sadece ilkel toplumlarda değil, gelişmiş toplumlarda da değişik biçimlerde tezahür eder. Kral, hükümdar, diktatör veya kurucu baba ile toplumları arasındaki ilişkilerde totem-tabu sisteminin değişik versiyonları yürürlüktedir. İşte dün İpek Çalışlar’ın, bugün Can Dündar’ın başına gelenler, kutsalı koruma altına alan tabulara dokunmaya cüret etmeleri yüzündendir. Bu dokunmanın sert veya yumuşak olması, küçük veya büyük olması sonucu değiştirmez; “suç” o figüre yakından bakmaya, onun hakkında konuşmaya, onu tarif etmeye başlandığı andan itibaren ortaya çıkar.
Doğuştan karizmatik bir lider olan Mustafa Kemal’in totemleştirilmesi, o henüz yaşarken başlamıştı; ama tekamülü ölümünden sonra oldu. Bu yüceltme ve kutsallaştırma hareketinin, Osmanlı döneminde toplumun temel tutunum unsurlarından olan dinin, Türk ulus-devletinin kuruluşu sırasındaki laikleşme hamlesi kapsamında, toplumsal yaşamdan çıkarılmasının doğurduğu boşluğu doldurmak için, ulusçuluğun yarı din haline getirilmesi sırasında mı, yoksa Mustafa Kemal’in dünyaya bakışının ve eylemlerinin Kemalizm adı altında total bir ideolojiye dönüştürülmesi çabaları sırasında mı ortaya çıktığı tartışılabilir. Ama görülen odur ki, Cumhuriyet modernleşmesi, başından beri bazı sıkıntıları aşmak için Atatürk’ün totemleştirilmesine ve dolayısıyla tabulaştırılmasına şiddetle ihtiyaç duymuştu. Bu sıkıntıların başında, Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki farkı tanımlayabilecek yeterli kavramsal referanslara sahip olunmaması ve toplumu Cumhuriyet modernleşmesinin gereklerine ikna edecek, onu bu yolda harekete geçirecek bir düşünce setinin oluşturulamaması geliyordu. Atatürk’ün ardından gelen İsmet İnönü, gerekliliği ve hedefleri, henüz toplumun tüm katmanları tarafından içselleştirilmemiş olan Cumhuriyet modernleşmesini ileri bir aşamaya götürecek tutarlı bir programa ve/veya böyle bir programın yokluğunda bile toplumu ardından sürükleyecek karizmaya sahip değildi. Tek çare, ihtiyaç duyulan referansın, totemik bir figür haline getirilen Atatürk’e ve onun eylem ve söylemlerinin tabulaştırılmasıyla oluşturulan Kemalizm/Atatürkçülük düşüncesine yapılmasıydı.
CHP’nin bağrından gelişen bir hareket olan DP’nin 1950’den itibaren, hem kendisinin özgünlüğünü ortaya koymak hem de rejimin kurucu partisi olduğu için bir çeşit dokunulmazlığı bulunan CHP’yi ve onun lideri İnönü’yü hırpalayabilmeye yetecek politik manevra alanı yaratmak için bulduğu çare de mevcut totem-tabu kodlarını kullanmak oldu. Bu kurnaz manevranın cisimleşmiş hali, o tarihlerde Atatürk heykellerine saldıran Ticaniler adlı tarikatın neden olduğu siyasi gerginlikten faydalanan Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kişisel gayretleri ile 25 Temmuz 1951’de çıkarılan 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun oldu. Bazı CHP’li milletvekillerinin kanunun aleyhine konuşmalar yapması tarihsel bir ironi olmalıydı. Böylece CHP, Atatürkçülük şampiyonluğunu DP’ye kaptırmıştı.
Ama Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılmasına en büyük katkıyı, 1960’tan sonra sık sık sahne alan darbeciler yaptı. Bütün darbeler “ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak”, “onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” ve “Atatürk’ün tarif ettiği türden bir demokrasiyi yeniden tesis etmek” amacıyla gerçekleştirildi. Böylece adı ister ihtilal ister müdahale ister balans ayarı ister e-muhtıra olsun hepsi de gayrimeşru olan bu müdahaleler, güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa dayanarak yapılmış gibi sunularak toplum gözünde meşrulaştırıldı. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha kutsallaştırmaları ve tabulaştırmaları gayet mantıklıydı. Bu konudaki şampiyon ise 1980 darbecileriydi. Yazının başında, “mümtaz Mustafa yorumu”yla adını andığımız AKDTYK’nin kuruluşu, Nutuk’un sadeleştirilmiş baskılarının yapılması, okullarda Atatürk köşelerinin mecbur tutulması, Atatürk heykel fabrikasının kurulması gibi adımlarla Atatürkçülüğün adeta sivil bir din haline getirilmesi hep 12 Eylül darbesinden sonra oldu.
Son yıllarda ise iş şirazesinden iyice çıktı. Kur’an’daki 19 mucizesi gibi Nutuk ve Gençliğe Hitabe’de 19 sayısının mucizevi tezahürleri üzerine kafa patlatanlar oldu. Her yıl 15 Haziran-15 Temmuz tarihleri arasında Ardahan’daki Karadağ sırtlarına düştüğü iddia edilen Atatürk silüeti “Atatürk’ün İzinde, Gölgesinde Damal Şenlikleri” adı altında kutlanmaya başlandı. Ayvalık-Edremit arasındaki Gömeç İlçesi’nin yaslandığı yüksek dağların üzerindeki Atatürk’ün yüzü formundaki kaya parçası, Gömeç Belediyesi tarafından “Atatürk Kayaları İzleme Noktası” adıyla ziyarete açıldı. Şırnak’ın Cizre ilçesi sınırlarındaki Cudi Dağı’nda bir tepede silüet olarak tespit edilen Atatürk’ün yüzü şeklindeki oluşum, bölge askerî harekat alanı içinde yer aldığından henüz layık olduğu tarzda bir hac yerine çevrilemedi. Ama neyse ki, Londra’daki Madame Tussaud Mumya Müzesi’ndeki mumyasının, Atatürk’ün gerçek karizmasını, gerçek ihtişamını yansıtmadığını düşünenler duruma el koydu da, müzeye Atatürk’ün gerçeğe uygun mumyası yerleştirilebildi!
Mustafa filmine yönelik tartışmaları izlerken, Atatürk’ün öngördüğü modern ulus-devletin bekasının, Atatürk’ün dondurulmuş, katılaştırılmış, hatta fosilleştirilmiş imgesinden başka dayanağı olmadığını, bu dayanak çökerse modernleşme sürecinin, toplumun ve devletin de çökeceğini sananların, toplumu nasıl bir doktrinizasyon ameliyesine tabi tuttuğunu her daim aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Görülen o ki, “Atatürk ağlar mı?”, “Atatürk içer mi?”, “Atatürk sever mi?”, “Atatürk korkar mı?” gibi son derece insani sorular etrafında koparılan fırtınalar ve düzenlenen linç törenleri, “Evet bunların hepsi mümkündür; çünkü Atatürk bir insandı, Tanrı değil” diyenlerin sayısı, cezalandırmakla başa çıkılmayacak kadar artıncaya dek sürecek.
* Bu yazı yazılırken Dr. Mete K. Kaynar’ın, İletişim Yayınları’nın Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce dizisinin “Tabular” konulu 9. cildinde yayınlanacak olan “Totem, Tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük” başlıklı makalesinden yararlanılmıştır.
Paylaş
Tavsiye Et