MUSTAFA Kemal’i kişisel olarak bilmek ve tanımak ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’i değerlendirmek arasındaki büyük farkı ortaya koymak, maruz kalınan milli eğitim politikaları nedeniyle kolay olmayan zihinsel bir formasyonu gerektiriyor. Dolayısıyla dönemsel dönüşümlerin sancısı çok derinden hissedilse de eski kalıplara sıkışıp kalma ihtimali daha fazla. Son on beş-yirmi yıldır Mustafa Kemal’e ve Kemalizm’e bakıştaki değişim arayışını bu minvalde değerlendirmek gerekir.
Kemalizm’e karşıtlık içinde kurgulanan kavramların (İslamcılık, Kürtçülük, Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi vb.) toplumsal ve siyasal zeminde iyiden iyiye tartışılma iklimi bulmuş olması, şüphesiz bu sorgulamaya ivme kazandıran en önemli saik. AB süreci ve AB’nin ulus-devlet ideolojisinden istediği tavizler (sürece İslamcı kökenli bir partinin ivme kazandırmış olmasının ironisi çokça vurgulanmıştır), Kemalist ideolojinin “değişmez”lerinin gerek medyada gerekse de akademik düzeyde tartışılmasında başat etkenler. Türkiye’nin bu zaman diliminde yaşadığı laik/anti-laik çekişmesi ise Kemalizm’i kamuoyunda tartışmaya açan birinci gündem maddesi oldu. Erbakan-Çiller ittifakıyla başlayan süreç, ardından gelen 28 Şubat krizi ve sonrasında yaşananlar, hem İslamcılığın temel argümanlarına ilişkin ciddi bir şüphe ve merak uyandırdı hem de kuruluş ideolojimizde yeni yorum arayışlarını hızlandırdı.
Diğer bir ifadeyle toplumu kutuplara ayırma “yüksek ideali”ne hizmet edenler, mevcut klişelerin aşınmasına da bir şekilde katkıda bulundu. Gündelik hayat pratiklerinden (AKP’li milletvekillerinin özel hayatları, başörtülü kızların giyim-kuşamları, mahalle baskısı kavramı vb.) eğitim politikalarına (sekiz yıllık kesintisiz eğitim tartışmaları, imam hatip liseleri meselesi vb.), sanattan edebiyata (AKM’nin mimarisi ve ne olacağı, İslami yazındaki hayat kurguları vb.), iyileşmez yaraların ve kırılamayan dogmaların zemininde laik/anti-laik savaşı sürdürüldü. Dolayısıyla Kemalizm’i algılayışta toplumda hissedilen görece esneklikte, özellikle İslam ve AKP konusunda yapılan tartışmaların katkısını göz ardı etmemek gerekir. Dolayısıyla bugün yaşanan Kemalizm tartışmalarına tepeden inme bir şekilde bakmamak ve hangi süreçlerin ürünü olduğunu görebilmek, yaşadığımız dönüşümlere zemin bulabilmek açısından önemli.
Mustafa Filmi Üzerinden Melankolik Tartışmalar
Geçtiğimiz günlerde Can Dündar’ın belgesel niteliğindeki Mustafa filmi, Kemalizm tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Ardından 10 Kasım anma törenleriyle de, filmin içeriği ve mesajı üzerine zaten başlamış olan tartışmalar günlerce gazete sayfalarını meşgul etti. 28 Şubat darbesinin senaryosunu yazanların ne derece derin bir toplumsal kutuplaşma hedefledikleri, henüz ortaya çıkartılan hikayelerden daha iyi anlaşılıyor. O günden bugüne özellikle suni malzemeler kullanılarak körüklenen laik/anti-laik kutuplaştırması ve toplumun her kesiminde oluşan soru işaretlerinin neticesi olarak Mustafa filmi, gişe rekorları kırdı ve özellikle laikler cephesindeki tartışmayı şiddetlendirdi. Filmi görmeyenler bile konuya bir yerinden dâhil olma ihtiyacı duydular. Bu da tabii klişe yorumların yoğunluğunu artırdı ve yakın tarihimizin ana meselelerinin ne kadar popülarize edilmeye müsait hale geldiğini gösterdi.
Senaryonun yeni bir şey söyleyip söylemediği ve zihinlerde tartışma yaratacak bir soru işareti bırakıp bırakmadığı hususuna gelince, gerek yasal sınırlamaların gerekse senaristin bakış açısının buna müsait olmadığı ortada. Film karelerinin genelde bilindik fotoğraflardan oluşması, kutsal kişilik mesajının gerek görüntülerdeki gerekse senaryodaki yoğunluğu, Milli Mücadele yıllarının önemli olaylarının tek isim etrafında şekillendirilmesi, yakın tarihimizin realitesine yakışmayacak bir romantizme başvurulması ve tüm bunların Kemalist mistifikasyonu son derece katılaştırarak tekrarlaması, filme ilişkin ilk akla gelen eleştiriler. Fakat asıl önemlisi, yapılan değerlendirmelerden yola çıkarak zihinsel formasyonumuzda değişim olup olmadığını görebilmektir.
Yukarıda kısaca değinilen siyasi dönemeçler neticesinde Kemalizm gibi bir meseleyi tartışma şeklimizde de elbette değişiklik oldu. İdeolojik tutumlar ve tartışma kültürü ilk bakışta karamsar bir tablo ortaya koysa da, yirmi-otuz yıl öncesiyle mukayese edildiğinde aynı yerde olmadığımız, en azından eskiden dilimizin ucuna gelenleri bugün yüksek sesle söyleyebildiğimiz bir vakıa. Bütün değişkenlerin etkilendiği bir siyasal zeminden elbette ki Kemalist algı da nasibini aldı. Ama bazıları için asıl sorun tam da burada başlıyor. Zira değerlendirmelerin önemli bir kısmının Mustafa Kemal’in kutsiyeti üzerinden yürütülmüş olması, yaşanan zorunlu değişimlerin bir tehlike olarak algılanabildiğini gösteriyor.
Yakın tarih üzerine düşünen herhangi biri için hiç de ilgi çekici olmayan filmin Kemalist çevre üzerinde “beklenmeyen” etkisi düşünüldüğünde, temel kaygının gerçeklere duyulan ilgi değil de zihinsel statükonun korunması olduğunu söyleyebiliriz. Neticede film, katı Kemalistlere de diğerlerine de yeni hiçbir şey söylememesine ve “milli” hassasiyetlerin teyidine yaramasına rağmen, sonrasında yapılan tansiyonu yüksek tartışmalar, hem ortaya çıkan zihinsel esnekliği hem de bu esneklikten kaygı duyanların varlığını teyit etti. İlginç olan ise, bu esneklikten rahatsızlık duyanların melankolik yorumlarla Mustafa Kemal’in insani zaaflarına ve yalnız adam vurgusuna odaklanmaları, siyasi tarihe yönelik naif bir vurgunun neticesi olarak onun yalnızlığı ve tek adamlığı kendisinin tercih ettiğini görememeleridir.
Mustafa Kemal’in halkla bir derdi yoktu. Dahası halkın ne kızgınlığını ne de teveccühünü önemsiyordu zamanın koşullarında. Nitekim belgeselin bir yerinde, sokaktaki insan kalabalığı ona yönelik sevginin ifadesi olarak gösterildiğinde, bunu önemsemediğini, başka bir gün aynı insanların tam tersi bir duyguyla sokakları doldurabileceğini söylüyordu. Mustafa Kemal kendi pragmatizmine ve rasyonalitesine halktan daha fazla inanmıştı. Dolayısıyla katı Kemalistlerin hâlâ platonik aşk tadında yürüttükleri kutsiyet tartışmaları, laiklere de anti-laiklere de herhangi bir şey söylemediği gibi, tartışma kültürümüzün düzeysizliğini de ortaya koyuyor. Zihinsel statükoyu kaybetme paniği ile yapılan tartışmanın ve politik konumlanışın, ne siyasal ne de etik açıdan herhangi bir karşılığı bulunuyor. Üstelik düşünceden yoksun bir varoluş mücadelesinin tüm eksikliğini de üzerinde taşıyor.
Paylaş
Tavsiye Et