12 MART dönemi, 1974 Genel Af Yasası sonrasında birtakım sonuçlarıyla birlikte tasfiye edilmeye çalışıldı. Bu tasfiye sürecinde üniversite öğrencileri de kapatılan ve yasaklanan örgütlerinin yerine yenilerini kurarak adeta “Nerede kalmıştık?” dercesinde eski pozisyonlarını sürdürmeye çalıştılar. Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD), söz konusu yeni öğrenci örgütlerinden biriydi. Abdullah Öcalan da bir grup arkadaşıyla birlikte, DHKP-C’nin görüşlerini savunan ve daha sonra kendilerini, yayınladıkları Devrimci Yol (Dev-Yol) dergisinin ismi ile adlandıran devrimci gençlerin etkin konumda bulundukları AYÖD çalışmalarına katılıyordu. Suriye’de iken Mahir Sayın’la yaptığı söyleşide Öcalan, 1976’da kendisinin katılmadığı bir AYÖD toplantısından sonra nasıl yeni bir pozisyon almaya yöneldiğini şöyle anlatır: “Dev-Yol’cularla, çok sonuna kadar bir tartışma ve o tartışmayla birlikte bizim AYÖD’le, dolayısıyla Dev-Yol’la olan ilişkilerimiz bitiyor…” (Hasan Yıldız, Muhatapsız Savaş-Muhatapsız Barış, s. 60, Doz Yay.)
İlk dönemlerinde kendilerini diğer Kürtlerden ayrı tutarak oldukça radikal söylemler kullanan Öcalan ve arkadaşları, UKO’cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) veya hâlâ da kullanılan şekliyle Apocular olarak adlandırıldılar. Öcalan ve ekibi, diğer Kürt politik gruplarına tepkisel davranışlar göstermiş ve hatta onlarla bazen silahlı çatışmalara girmiş olsalar da, başlangıçta pek fazla ciddiye alınmadılar. Bu grup, 27 Kasım 1978’de düzenledikleri bir konferans sonucunda PKK (Partiya Karkeren Kurdistan-Kürdistan İşçi Partisi) ismini alarak parti olarak faaliyetlerini sürdürmeye başladı. Oysa Öcalan da diğer Kürtleri ciddiye almıyor ve kendisini çok büyük bir devrimci misyonun beklediğini düşünüyordu: “…Kısaca, hem ulusal kurtuluş hareketi ve hem de bunun öncü gücü olarak Marksist-Leninist hareket için geçmişte belli bir miras ve tecrübenin bulunmadığı, bu meselelere ilginin bile son derece sınırlı olduğu, yaratılan baskı ve aşağılanmalardan ötürü meseleye yaklaşmanın bile büyük cesaret ve fedakârlık istediği bir ortamda, teorik çalışma ve ideolojik mücadele büyük bir önem taşıyordu. Ve devrimci eğilimin içine girdiği durum da bu oldu… Devrimin objektif şartlarının olgun olduğu Kürdistan’da proletarya eğilimi, 1975’lerden itibaren hızla devrimin sübjektif şartlarını hazırlamaya konuldu…” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 7, s. 2310-11, İletişim Yay.)
Öcalan, aynı yazıda Kürdistan proleter devrimci hareketinin 12 Eylül 1980 öncesini üç döneme ayırıyordu: “…Birinci dönem 1973-77 arasıdır ve bir ideolojik eğilim olarak doğmuştur. 1977’de program taslağının ortaya çıkmasıyla sona erer. İkinci dönem 1977 sonlarında program taslağının ilanıyla başlar ve 1979’da örgütsel yetersizliğin ortaya çıkmasıyla sona erer. Üçüncü dönem, dönemin başlangıcında gelişmesini hızla sürdüren kitle hareketinin istediği devrimci önderliği bulamayınca giderek yavaş yavaş düşüş göstermesi; Partinin halk nezdindeki siyasal prestijinin, itibarının sürekli artış göstermesine rağmen devrimci örgütlenmenin yeterince geliştirilememesi… çok sayıda kadro kaybının ortaya çıkması…” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 7, s. 2310-11, İletişim Yay.)
Bütün bu kuruluş gerekçelerine ve isminin Türkçe karşılığı “Kürdistan İşçi Partisi” olmasına rağmen, Öcalan’ın PKK’nın kuruluş sürecine ilişkin gerekçeleri ne teoride ne de pratikte bir geçerlilik kazandı. Bununla birlikte çok sayıda militanın yakalanarak 12 Eylül askerî darbe döneminde Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Cezaevi’ne yatırılması ve devlet politikaları sonucu Kürtler için hiçbir legal faaliyet alanının bırakılmaması, Türkiye dışına çıkarak yakalanmamayı başaran PKK liderliği için bir şans yarattı. Zira ortaya çıkış aşamasında hepsi de silahlı mücadele hedefini önlerine koymuş olsa da hiçbir Kürt politik grubu bu tür bir eyleme girişmemişti. Dönemin bölgesel ve uluslararası koşullarının da uygun düşmesi sonucu 15 Ağustos 1984’teki askerî hedeflere yönelik ilk eylemleriyle PKK, böylesi bir misyona sahip olduğunu gösterdi. Bunun üzerine geçmişte Kürtler arasında taban bulmuş olan politik gruplar zaten zayıflamakta olan kitlesel etkilerini kaybetmeye başladılar. Özellikle 12 Eylül döneminde inanılmaz acılar ve işkenceler yaşayan birçok Kürt, bütün bu yaşadıklarının intikamını almayı, acılarının hesabını sormayı hedeflediğini söyleyen bir örgütle karşılaştı. Kürtler başlangıçta PKK’ya destek vermese de örgütün bölgede giderek artan silahlı eylemleri, hem askerî bir otorite kazanmasına yol açarak saygınlığını arttırdı, hem de devlet politikalarının halka güven vermekten uzak olması nedeniyle PKK’nın politik olarak da geniş bir taban bulmasına yol açtı.
Köylülere kötü davranan bir ağanın tehdit edilerek tavrını değiştirmeye veya borcunu ödemeyen bir insanın bu borcu ödemeye zorlanması gibi eylemlerle adalet dağıtma rolünü üstlenen örgüt, doğal olarak devletin yarattığı boşluğu doldurmak suretiyle saygınlık ve otorite kazandı. Bir yandan devlet, bir yandan da geleneksel aile baskısı karşısında Türkiye’de kendi geleceğiyle ilgili tüm umutlarını yitiren çok sayıda Kürt genci, gönüllü olarak kutsal bir mücadele verdiğini düşündükleri PKK saflarına katıldılar. Çatışmalar sonunda gerek zarar gören köylüler gerekse hayatını kaybeden gençlerin aileleri ve yakınları da, PKK’nın amaç veya programına bakmaksızın, artık örgüt sempatizanı olmaya başladılar.
PKK’nın silahlı mücadeleyi başlattığı 1984 yılının, genel seçimlerde çoğunluk sağlayarak tek başına hükümet kuran ANAP’ın yerel seçimlerde de büyük başarı kazandığı ve Türkiye için sivilleşme yönünde adımlar atmasının beklendiği bir döneme denk gelmesi, çok da tesadüf olmasa gerek. 12 Eylül yönetiminin bütün bir ülkeye hâkim kıldığı askerî vesayet rejiminin tasfiye edilmesi beklenirken, bu kez olağanüstü rejimler uygulamaya girdi ve askerler doğrudan siyasetle kaybettikleri “inandırıcılık” özelliklerini bu kez tersinden “yegane güvenilecek güç” olarak geri kazandılar. Bölgede devletin Kürt meselesini görmezden gelme ve asimilasyon ve baskı ile bir yerlere varmayı hedefleyen politikalarının da sebep olduğu silahlı çatışma ortamı sürerken, asker ve politikacılar olayı sadece bir asayiş ve güvenlik meselesi olarak sunmaya devam ettiler.
Soğuk Savaş Sonrası PKK
1989’da Doğu Bloğu’nun ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile dünyada Soğuk Savaş biterken, PKK daha uzunca bir dönem Marksist-Leninist söylemlerini terk etmedi. Öcalan, “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” hayalini bırakarak bu kez “Ortadoğu Sosyalist Federasyonu” gibi projelerden bahsetmeye başladı. Yalçın Küçük komünizmin merkezinin Moskova’dan koparak artık Bekaa Vadisi’ne taşındığını sıklıkla söyleyip yazarak Öcalan’a moral verdi.
Ne var ki, İmralı sürecinde bu hayallerin yerini “demokratik cumhuriyet”, “konfederalizm”, “komünal demokrasi” gibi çok daha küçük ama ne oldukları da pek belli olmayan hedefler aldı. “Benim devlet kurmakla işim yok. Ben özgür yaşamı, özgürlüğü, özgür bireyi savunuyorum. Bana devleti verseler de istemem. Hatta bana dünya imparatorluğunu verseler istemem, işim olmaz. Ben özgür yaşamdan yanayım. Benim Kürtlüğüm öyle ucuz Kürtlük değildir. Derindir…” (Öcalan’ın 17 Eylül 2008 tarihli avukat görüşmesi). Hatta bırakın bu büyük hayalleri, çoğu zaman kulağındaki veya gırtlağındaki bir ağrı bile kendisi ve birçok taraftarı için her şeyden daha önemli bir mesele haline geldi.
Türkiye, bu süreçte sorunlarına doğru teşhis koyma ve onları yönetilebilir hale getirme başarısını gösterememiş ve gittikçe yükselen bir silahlı çatışma süreci devreye girmiş olsa da, kendi geleceğine dair yerinde bir karar verdi ve AB üyeliği için çalışmalara başladı. Ancak yine de devletin bu süreci yeterince iyi okuduğunu söylemek zor; çünkü artık eskisi gibi dört tarafının düşmanlarla çevrili olmadığını, asıl meselenin içeride bir demokrasi iklimi yaratmak olduğunu hâlâ tam olarak idrak edemedi. Düşmansız yaşamaya alışmak istemedi ve hazır dişine uygun bir düşman bulmuşken askerî yapısını küçültmek yerine büyüttü ve geliştirdi. Böylece yıllardır PKK ile süregelen bir çatışma ortamını da adeta tercih etti.
Mart 1993’te Turgut Özal cumhurbaşkanı iken Öcalan ateşkes ilan etti. Özal’ın ani vefatı üzerine bir umutsuzluk yaşanmış olmasına rağmen, hükümet olayı değerlendirerek bir siyasi genel af çıkarılmasına yönelik çalışmalar yaptı. Ancak tam da hükümetin genel af gündemiyle toplantı yapacağı günde Elazığ-Bingöl karayolunda kıtalarına giden silahsız 33 askerin bir PKK grubu tarafından öldürülmesi, konuyu gündemden kaldırdığı gibi ateşkes de zaten fiilen sona ermiş oldu. Her ne kadar bu olay Öcalan tarafından sahiplenilmeyerek bir kişiye mal edilse de karanlıkta kaldı ve akıllarda birçok soru işareti bıraktı.
Bütün bu süreçte yaşanan kanlı çatışmalardan sonra 15 Şubat 1999’da Öcalan, Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Bu olayla birlikte PKK için yeni ve pek de alışık olmadığı bir süreç başladı. Yakalanmasının hemen ertesinde gerçekleştirilen Mavi Çarşı vb. terör eylemleri Öcalan’ın yaptığı çağrılar üzerine durduruldu. PKK bir tür eylemsizlik sürecine girdi ve Öcalan, PKK Başkanlık Konseyi’ne 1 Eylül 1999 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere silahlı çatışmaya son verme çağrısı yaptı. “1 Ağustos 1999 silahlı çatışmaya son verme çağrım, gerek ülkemizin devlet ve toplum yapısında doğuracağı sonuçlar ve gerekse de PKK’nın ideolojik ve örgütsel bünyesinde doğuracağı gelişmeler açısından hayatidir… Genelde şiddete, özellikle silahlı şiddete stratejik olarak son veren ve yasal çerçeveyi esas almakla birlikte, demokratik siyaset içerikli bir evrimsel sürece girmek biçiminde tanımlayacağımız tarihî bir aşamayla karşı karşıyayız…” (Öcalan’ın 5 Ağustos ve 5 Eylül 1999 tarihli avukat görüşmeleri).
Dikkat edilirse bu tavır, 1 Haziran 2004 tarihinde ifade edildiği gibi bir ateşkes değil, silahlı mücadeleye son verme çağrısıydı. Bu süreç 2003’e kadar birkaç küçük istisna dışında kazasız belasız sürerken, 2003’ten itibaren yeniden tırmanışa geçen çatışmalarla birlikte PKK bu kez iki temel talepte bulundu: Bölgedeki askerî operasyonların durdurulması, Öcalan’ın İmralı’daki tecrit statüsünün kaldırılması ve sağlık koşullarının düzeltilmesi. Bu talepler pek dikkate alınmadığı için, 1 Haziran 2004’te Kongra-Gel adına Zübeyir Aydar’ın okuduğu bir metinle yeniden silahlı çatışma sürecine girildi. Burada çatışma sürecinin yeniden başlatıldığı 2004 yılı da konjonktürel olarak en az örgütün silahlı çatışmaya ilk başladığı 1984 yılı kadar dikkat çekiyor. Bilindiği gibi AK Parti 2002 genel seçimlerinde tıpkı 1983 seçimlerinde ANAP gibi bir sürpriz yaparak tek başına hükümet kurabilecek bir çoğunluk elde etti. Ve birkaç yıl içinde AK Parti’nin daha sonraki seçimlerin de galibi olacağı bariz hale geldi.
Bu arada ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte Irak Kürtlerinin otonom bir statü kazanması da Türkiye’nin hazırlıklı olmadığı gelişmelere yol açtı. Üstelik bu gelişmeler, sadece Türkiye’yi değil PKK liderliğini de rahatsız ediyordu; çünkü PKK bölgedeki en büyük Kürt partisi olarak, her türlü siyasi gelişmede bir rol üstlenmek istiyordu. Öte yandan AK Parti, hükümeti kurar kurmaz AB üyeliği konusunda açık bir tavır benimseyerek bir dizi reforma girişti. Bu reformların artarak devam etmesi halinde Türkiye’deki statükocu kesimlerin de artık ciddi şekilde tasfiyesi söz konusuydu. Bu gelişmelerden rahatsızlık duyan ve gerek devlet içerisinde gerekse de bölgede yerleşik düzenden beslenen kurum ve şahısların hiç de az olmadığı dikkate alındığında, bu gidişe karşı birtakım “tedbirler” aranması şaşırtıcı değildi. O günkü konjonktürde hükümeti AB yolunda ve reformlar konusunda zayıflatma ve askerlerin sistem içerisindeki rollerinin devamını sağlamanın en kolay yolu da, iç çatışmalar yaratarak sivil siyaseti arka plana düşürmek ve güvenlik politikalarını öne çıkarmaktı. Bu da -komşu bir ülke bulup savaşılamayacağı düşünüldüğünde- ancak PKK’nın yeniden sahneye çıkmasıyla mümkün olabilirdi.
Bugün yaşanan ve giderek daha fazla can kaybına yol açan çatışmalar da bu “tedbir arayışı”ndan kaynaklanıyor. Son zamanlarda Öcalan, avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde sık sık PKK içerisinde birtakım çetelerin varlığına işaret ediyor ve onların Ergenekon veya Alman istihbaratı ile bağlantılı olduğunu iddia ediyor. Hatta PKK’nın savaşı yeniden başlatması için bu güçler tarafından zorlandığından şikayet ediyor.
Bugün gelinen aşamada Kürt sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan PKK, giderek sorunun ayrılmaz bir parçası haline dönüşüyor. Devletin ve hükümetin olaya sadece bir asayiş meselesi olarak yaklaşması, bu durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirebileceği gibi, PKK’nın rolünün artmasını da sağlayacaktır. Bu durumda şu soruyu sormak hakkımız: Devlet PKK’yı gerçekten bitirmek istiyor mu?
Paylaş
Tavsiye Et