ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşarak İslam dünyası-Batı ilişkilerinde barış, karşılıklı saygı, anlayış ve hoşgörüye dayalı yepyeni bir dönemin başlangıcını ilan edeceğine dair beklentiler sebebiyle büyük önem atfedilen Türkiye ziyareti, benzer öncelikler doğrultusunda kurulan “Medeniyetler İttifakı” girişiminin İstanbul Forumu ile çakıştı. Obama’nın şahsi katılımı ve Çırağan Sarayı’nda tüm katılımcılara hitap edeceği bir kamu diplomasisi egzersizi ile “taçlanması” umulan forum bundan mahrum kalsa da, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin çöküşünden sonra alternatif yaklaşımlar arayışındaki ABD’nin “ittifak” çatısını sahiplendiği görüntüsü de verilmemiş oldu.
BM’nin desteği ile İspanya ve Türkiye’nin eş başkanlığında dört yıl önce başlayan Medeniyetler İttifakı girişiminin, geçen süre zarfında kültürlerarası anlayış ve saygının derinleştirilmesi, farklı etno-kültürel gruplar arasında mevcut/muhtemel çatışmaların önlenmesi ve çeşitli kamu/sivil toplum örgütlerinin bu hedefler doğrultusunda mobilize edilmesi noktasında mesafe kat ettiği görülüyor. İstanbul’daki ikinci geniş çaplı foruma gösterilen ve yer yer organizasyonu zorlaştıracak derecelere ulaşan yoğun rağbetin yanı sıra gelecek yıl Brezilya’da düzenlenmesi kararlaştırılan üçüncü forumun daha şimdiden gördüğü büyük ilgi, ittifakın, paydaşlarını sayısal anlamda genişletme ve kurumsallaşma yolunda emin adımlarla ilerlediğini gösteren olumlu işaretler.
BM, NATO, AB Komisyonu, Avrupa Konseyi, AGİT, İslam Konferansı Teşkilatı, Arap Birliği, İngiliz ve Fransız uluslar toplulukları, İbero-Amerikan Genel Sekreterliği, Latin Birliği ve Uluslararası Göç Örgütü gibi uluslararası kuruluşlar ile 85 ülkenin üst düzey siyasi/diplomatik katılımıyla ciddi bir “uluslararası diplomatik fırsat” niteliği kazanan forum, Türkiye’nin son yıllardaki çok boyutlu ve pro-aktif dış politikasına paralel biçimde uluslararası prestij ve imaj yapımı açılarından ciddi faydalar sağlamakta. Siyasetçiler, düşünürler, akademisyenler, medya mensupları ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin katılımıyla “medeniyetler arası diyalog” ya da bunun ötesinde “medeniyetler ittifakı” hedefinin bir biçimde tartışılıp dünya kamuoyunun gündemine taşınıyor olması da oldukça önemli. İslamofobi’nin ve etno-kültürel azınlıklara karşı ayrımcı/ötekileştirici yaklaşımın Batı dünyasında yükselerek toplumsal algıları ve siyaset yapımını belirlemeye başladığı ve Karikatür Krizi gibi olayların tansiyonu yükselttiği 11 Eylül sonrası ortamda, İslam-Batı ilişkilerinin karşılıklı saygı, anlayış ve hoşgörüye dayalı, kurumsal düzenlemelerle desteklenen sağlam bir zemine oturtulmasının gereği apaçık ortada.
Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, başat küresel siyasi/ekonomik güçler nezdinde desteği ile uluslararası hukuk açısından konumu ve yaptırım gücü net olmayan Medeniyetler İttifakı gibi girişimlerin, derin tarihsel önyargılar ve şiddetli cephe çatışmalarıyla malul ilişkileri sağduyulu ve dengeli bir platforma çekmede ne derece başarılı olabileceği de oldukça şüpheli. İttifakın proje bazında çalışmalarını yoğunlaştırdığı eğitim, gençlik, medya ve göç alanlarında Müslüman toplulukların Batı dünyasında yaşadıkları zorluklar ve karşılaştıkları önyargılı ve ayrımcı yaklaşımların kökenlerinin sömürgecilik dönemine, hatta daha da öncesine dayandığı düşünüldüğünde, bunların yüzeysel diyalog girişimleri ve iyi niyet temennileriyle izale edilebilmesinin zorluğu görülecektir. Ayrıca küresel ekonomik sistemin dayandığı kapitalist ideoloji ve mekanizmaların da Batılı toplumlar ile diğerleri arasında “merkez-çevre” ya da “kuzey-güney” nevinden ayrışmaları tetikleyerek ekonomik imkanları yönünden “eşitlerarası bir diyalog ya da ittifakı” imkansız kıldığı da bir gerçek.
Buna ek olarak, dünya üzerinde farklı medeniyet aidiyetlerine sahip bireylerin birbirlerine bakışlarını ve toplumsal algılamalarını zehirleyen şiddetli siyasi ve askerî çatışmalar yaşandığını da biliyoruz. Örneğin başta Filistin ve Irak olmak üzere bir çatışmalar yumağı olan Ortadoğu’nun yaşamsal problemlerine dair samimi ve somut çözüm stratejileri üretilmeden normatif bir “Medeniyetler İttifakı”ndan bahsetmek ne kadar gerçekçi olabilir? İstanbul Forumu gibi ortamlarda oluşan gösterişli diplomatik havaya, çekilen aile fotoğraflarına ve kullanılan iddialı siyasi jargonlara rağmen bu girişim de, gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, farklı coğrafyalarda uluslararası kuruluşlar, vakıflar, araştırma merkezleri ya da dernekler tarafından zaten yürütülmekte olan dar kapsamlı projelerin, bir ittifak çerçevesinde dünya kamuoyuna sunulmasının ötesine geçemeyebilir. Burada kilit nokta “ittifak” söyleminin altını dolduracak siyasi, ekonomik ve çatışma çözümüne dayalı somut adımların belli bir zamanlama dâhilinde atılması, ittifakın yoğun olarak ilgileneceği acil sorunların belirlenmesi ve ilgili taraflar nezdinde sonuç alıcı girişimlerin başlatılabilmesidir.
Diplomatik girişimlerin sosyo-kültürel değişim konusundaki etkinliklerinin sınırlarını aklımızda tutarak izlediğimiz İstanbul Forumu bizde, yürütülen çalışmaların “profesyonel” bir uluslararası diplomasi ve sivil toplum ağı tarafından “sahiplenilmiş” olduğu izlenimini uyandırdı. Bu da benzer girişimlerde sıkça rastlanılan bir içerikten çok sunuma yoğunlaşma ve çözüm bekleyen yakıcı insani sorunlar olduğu gibi dururken suni ve naif bir iyimserlik havası oluşturma gibi bir riske işaret etmekte. Örneğin foruma Türkiye’den katılımın neredeyse tamamen resmî düzeyde kalması ve çatışma bölgelerinde aktif olan sivil toplum örgütlerinin ya da toplumsal vicdanı temsil eden kanaat önderlerinin katılımının yok denecek kadar az olması, bu “formalizm” tehlikesini kanıtlayan bir başka unsur.
Siyasi aktörlerin “Medeniyetler İttifakı” gibi iddialı bir söylemin hayata geçirilmesi noktasında oynayabilecekleri asıl rol ise, küresel sistem düzeyindeki başlıca sosyo-ekonomik ve kültürel problemlerin eşit şartlarda ve saygılı bir üslupla tartışılabildiği platformların oluşumuna katkıda bulunmaları ve mevcut çatışmalara somut çözüm önerileri geliştirmeleridir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile yaşadığı “meşhur vakıa” ve İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın Cenevre’deki BM Irkçılıkla Mücadele Konferansı’ndaki konuşması sırasında yaşanan gerginlikler, İslam-Batı ilişkilerindeki derin kuşku ve güvensizliklerin toplumlardan siyasilere yansıyarak, bırakın bir ittifakı, sağlıklı bir diyaloğu dahi imkansız kılabildiğini ayan beyan göstermekte.
Hal böyleyken, medeniyet tanımının ne olduğu, ittifakın entelektüel zemininin ve çöken BOP ile ilintisinin bulunup bulunmadığı, İspanya ve Türkiye’nin ilgili medeniyet havzalarının liderliğini üstlenip üstlenemeyeceği ya da Batı’nın küresel siyasi ve ekonomik koşullardaki değişimi farklı medeniyet mensuplarıyla tartışmaya hazır olup olmadığı gibi akademik sorular sormak gereksiz midir?
Paylaş
Tavsiye Et