BİR adam düşünelim: Elinde kendisinin çokça önem verdiği, tarihî simgesel anlamı ve değeri yüksek, sıvıyla dolu bir bardak bulunsun... Öyle bir bardak ki, kırılmaz yani varlığı ortadan kaldırılamaz; ayrıca doğası gereği boş duramaz; ancak içindeki sıvı değiştirilebilir. Karşısında da, elindeki bardağın içerisindeki sıvıyı boşaltmayı ve yerine kendi önemsediği başka bir sıvıyı doldurmayı amaçlayan başka bir kişi bulunsun... Bu istiâre-i temsîliyeyi bir denkleme dönüştürdüğümüzde, “dolu bardak” → “boşaltma” → “yeniden doldurma” → “yeni sıvıyla doldurulmuş bardak” biçiminde dört değişkenle karşılaşırız. Birinci değişken “dolu bardak”, bir durumu; ikinci değişken “boşaltma”, bir işlemi imler; yine bir işlem olan üçüncü değişkeni, “yeniden doldurma”yı gerçekleştirmek, ikinci değişkenin tamamlanmasını gerektirir ve ona bağlıdır ki, sonuç olarak, amaçlanan nihai durum olan dördüncü değişkene, “yeni sıvıyla doldurulmuş bardak”a ulaşılabilsin.
Bardağın varlığının bizatihi ortadan kaldırılamadığı koşulu bir kenarda tutulur ve öteki olasılıklar gözden geçirilirse şunlar söylenilebilir: Dolu bir bardak, boşaltılmadan doldurulamaz; karşıdaki kişiyi elindeki bardağı boşaltmaya zorlamak içerisindeki sıvının tarihî simgesel anlamı ve değeri yüzünden olası değildir, öyle ki, ister elinden alarak ister dışarıdan değişik yaptırımlarda bulunarak zorlamak, kişinin elindeki sıvıya bağlılığını daha da artıracaktır; farklı hilelerle amacı gerçekleştirmek hem süreklilik açısından sorun yaratacak hem de nihaî amaç olan “yeniden doldurma” aşamasında kişinin yeni durumu kabullenmesi için fazladan mesai gerektirecektir. Çünkü denildiği gibi nihaî amaç bardağı boşaltmak değil, doğası gereği boş durması olası olmayan bardağı yeniden, başka bir sıvıyla doldurmaktır. Hepsinden daha önemlisi, dolu bardağa sahip kişi, bunu boşaltmayı ve yerine kendininkini koymayı düşünen karşısındaki diğer kişinin elindeki sıvıyla bir tür sorun yaşıyorsa, yapılması gereken nihaî amacın saklı tutularak, öncelikle boşaltma işleminin sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesini sağlamak; bardak bir kez boşaltıldıktan sonra doğası gereği boş duramayacağından, yeniden doldurulmaya hazır, istekli, hatta muhtaç hale getirmektir.
Bu koşullar ışığında, tam anlamıyla izlenmesi gereken strateji, kişiyi, başka bir sıvıyı gündeme getirmeksizin, elindeki bardakta bulunan sıvının değersiz, önemsiz olduğuna ikna etmek, kısaca kişi ile sıvısı arasında mesafe koymak; akabinde de bizatihi o kişiye, kendi isteğiyle, rızasıyla bardağı boşalttırmaktır. Çok değişik yollarla gerçekleştirilebilecek bu süreçte, ilk amaç mevcut sıvıdan kurtulmak olduğundan, bizatihi bardağın herhangi bir “sıvı” ile doldurulmasının gerekmediğinin vurgulanması, “sıvı-sız-lık”ın en iyi durum olduğunun dile getirilmesi bile izlenen stratejinin bir parçası olarak kabul edilebilir. Çünkü ilkece bilinmektedir ki, doğası gereği bardak için sıvısızlık geçici bir durumdur; er ya da geç başka bir sıvıya gereksinim duyacaktır. Bu nedenle, mevcut sıvıdan kurtulmak, kişiyi kendi rızasıyla boşaltmaya ikna etmek, en önemlisi de kişiyi kendi mevcut sıvısından tiksindirmek, nefret ettirmek ve iğrendirmek ilk aşama için yeterlidir.
Şimdi yukarıdaki temsildeki değişkenleri günümüz Türkiye’sindeki gerçekliği dikkate alarak yeniden belirleyelim: Bardak, din duyuşudur; daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, herhangi bir kurumsal dine mensup olmak ile din duyuşu ayrı ayrı olgulardır ve din duyuşunun kaynağı bizatihi insanın doğasıdır. Herhangi bir kurumsal din, din duyuşuna verilmiş bir yanıttır; yanıtın ortadan kaldırılması soruyu ortadan kaldırmaz; bunun için bizatihi insanın ortadan kaldırılması gerekir. Benzer biçimde herhangi bir kurumsal felsefe dizgesini yok saymakla, doğasını insanda bulan “felsefe yapma duyuşu” ortadan kaldırılamaz. Aynı yargıları, kaynağını yine insan doğasında bulacağımız sanat ve bilim için de tekrarlayabiliriz. Din, felsefe, bilim ve sanat, insan doğasında içkin soruların tezahürleridir; bu soruların arayışlarıdır. Kısaca denirse, herhangi kurumsal bir dini ortadan kaldırmak olanaklıdır; ancak insan türü ortadan kalkmadıkça bizatihi din ortadan kalkmayacaktır. Çünkü yol anlamına gelen din, insanın doğum ile ölüm arasındaki çizgisindeki varoluş tarzıdır; bu nedenle herhangi kurumsal bir dine mensup olmamak dahi bir tür yol olduğundan kişinin dinidir.
Devam edersek, Türkiye gerçeğinde “bardak”ın içindeki sıvı bin yıllık tarihiyle, akide, kültür, medeniyet vs. biçimleriyle tezahür eden İslam’dır. Nihaî amaç, yani dördüncü değişken, “yeni sıvıyla doldurulmuş bardak”, uzun vadede Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılması/Protestanlaştırılmasıdır. Ancak yukarıda dile getirilen gerekçelere dayalı olarak geliştirilen strateji gereği, öncelik ikinci değişkenin yani mevcut bardaktaki sıvının sağlıklı bir biçimde boşaltılmasıdır. Denildiği üzere bu işlem en sağlıklı biçimde ancak kişiyi, başka bir sıvıyı gündeme getirmeksizin, elindeki bardakta bulunan sıvının değersiz, önemsiz olduğuna ikna ederek, kısaca kişi ile sıvısı arasında mesafe koyarak; akabinde de bizatihi o kişiye, kendi isteğiyle, rızasıyla bardağı boşalttırarak gerçekleştirilebilir. Bu nedenle Türkiye’de yapılan bir din düşmanlığı değil bir İslam düşmanlığıdır; bu da İslam’ın hem bir akide, hem bir kültür hem de bir medeniyet olarak değersizleştirilmesi stratejisine dayanır. Çünkü ilk amaç, “İslamsızlaştırma”dır (de-Islamization), bardakta bulunan İslam sıvısını boşaltmak; kişilerin nezdinde İslam’a yönelik bir nefret, tiksinme ve iğrenme duygusu oluşturmak; hatta yalnızca akide olarak değil, bir kültür ve tarih olarak bile Müslüman aidiyetten utanma duygusu yaratmaktır. Eski bulunduğu durumdan utanan insanın en önemli psikolojik davranışı, o durumu anımsatan en küçük işarete bile sert tepki vermesi; her türlü tezahürüne tahammül edememesidir; çünkü utanan en çok kendinden kaçar. Bunu tespit için teorik ahkam kesmeye gerek yok: Bazı gazetelerde Kutlu Doğum Haftası ile ilgili yayımlanan yazıları protesto eden (yani utanan) okuyucuların, yine aynı günde ve aynı gazetede başka dinlerle ilgili haberlerden rahatsızlık duymaması, yukarıda ifade edilen çerçevede, Türkiye’de de-Islamization konusunda gelinen durumu en güzel bir biçimde özetler. Yeri gelmişken dile getirilmelidir ki, Türkiye’de misyonerlik sanıldığı gibi başka herhangi bir dinin teklifine değil bizatihi İslam’ın, yani bardaktaki mevcut sıvının boşaltılması ve gelecekte yeni sıvıyı doldurmaya hazır hale getirilmesi aşamasında yürütülmektedir. Bir sonraki yazımızda da ele alacağımız gibi, -nazar değmesin- dindarlar(!) da buna yardım etmektedir.
Evet! İnsanlar bir akide, bir kültür ve bir medeniyet olarak İslam’dan yani kendilerinden utanmakta ve kaçmaktadırlar; ancak unutulmamalıdır ki her kaçış bir sığınma ile biter. Çünkü insanlar yalnızca sorularla yaşayamazlar; önünde sonunda ya kendilerine has bir yanıt bulurlar ya da hazır yanıtlara sığınırlar; sığıntı olurlar. Öyleyse soru şudur: Muhafazakârlar, dindarlar, insanlara utanmayacakları, kaçmayacakları bir sığınak teklif edebiliyorlar mı? Teklif sahibi olmak! İşte bütün mesele!
Paylaş
Tavsiye Et