TELEVİZYONDA 1989’dan beri yayınlanan The Simpsons adlı animasyon dizideki karakterlerden Bart, babasına bir şey sorar. Ama onun verdiği cevaba da “Wikipedia’da tam aksi yazıyor” diye itiraz eder. Babası Homer ise şöyle yatıştırır oğlunun itirazını: “Wikipedia’yı merak etme evlat. Eve gittiğimizde değiştiririz.”
Bu diyalog, internet çağında bilginin edinilmesi ve üretilmesinde vuku bulan değişimi ele veren çarpıcı bir örnek. Avrupa ve Amerika’da 1990’lardan itibaren, Türkiye’de ise daha ziyade 2000’lerden sonra insanlar kişisel web sayfalarında yazılar yayınlamaya, bloglar açmaya, mevcut tartışma gruplarına “entry”ler girmeye, yani bir şekilde “kendilerini yayınlamaya” başladılar. Bu bireysel çabalarla oluşan içerikler ve reytingler, bir tür kolektif otoriteye dönüştü. Ekşi sözlük ve Vikipedi bunlardan en çok bilinenleri. Bunun sonucunda bilginin kitlesel dağıtımında, profesyonellerin ve uzmanların zorunlu unsurlar olmadığı bir vasat oluştu.
Bu vasatta herhangi bir kimse istediği herhangi bir sayfayı değiştirme hakkına sahip. Mesela hiç fizik dersi almamış biri ile Nobel ödüllü bir fizikçi, Vikipedi’deki fizik başlığının içeriğini değiştirme hususunda eşit oranda hak sahibi. Çünkü bu yayınlarda vurgulanan, yetkinlikten ziyade haklar.
Bu girişimler, bilginin hegemonik bir güç olarak kullanılmasına karşı marjinal grupların, “sessiz yığınların”, sıradan insanların eşitlik talebi olarak savunuluyor. Bunda belli bir haklılık payı görülebilir. Çünkü bilginin “epistemik şiddet” olarak kullanılması, “epistemik eşitlik” şeklindeki karşı çıkışları da doğal olarak besler. Ama epistemik eşitlik, sadece hegemonyayı kırmakla kalmadı, uzmanlık-ehliyet gibi konumları anlamsızlaştırarak neyin gerçek bilgi olduğu ile ilgili soruyu ortadan kaldırdı ve bilginin güvenirliğini muhtevanın reytingine bağladı. Bunun için de karşımızda “kamuoyu ortalaması” denilebilecek bir enformasyon yığını oluştu.
Tarihsel bir karşılaştırma yaptığımızda değişimin ne kadar köklü olduğunu daha açık görmek mümkün. Ortaçağ’da Avrupalılara ancak Kilise aracılığıyla bilgiye ulaşabilecekleri söyleniyordu. Umberto Eco’nun aynı adlı romanından uyarlanan Gülün Adı filminde, rahiplerin ve manastırların bilgi tekelini ellerinde tutma siyasetini nasıl ölümüne savunduklarını, sinemanın güçlü anlatımı aracılığıyla görme imkanı bulmuştuk. Ama matbaanın icadıyla birlikte bu tekel kırıldı ve bilgi demokratikleşti. Reform da bu kanalla ivme kazandı ve herkes İncil’ini kendi anadilinde okuyabilmeye başladı. Roma’nın siyasi hakimiyeti ile birlikte kilisenin bilişsel hakimiyeti de güç kaybetti.
Bilgi sekülerleşti, ama modern devletler elinde iktidar aracı olmaya devam etti. Artık devletin sansüründen geçebilen bilgi tedavüldeydi. 19. ve 20. yüzyıllarda liberalizmin yükselişi ise durumu biraz özgürleştirse de bilgiye ulaşmak, bir grup seçkin uzman dolayımından gerçekleşmeye devam etti. Bu arada kapitalist ekonominin her şeyi alınıp satılacak bir nesneye indirgeme sürecinden bilgiyi ulaştıran araçlar da etkilendi. Telif hakları, fikir ürünleri gibi hukuki düzenlemeler, bilgiyi kapitalist sistemin alınıp satılan metaları arasına kattı. Yani bilginin taşıyıcısı rahipler değildi artık; üniversiteler, aydınlar, uzmanlar ve matbaalarda basılan kitaplardı.
İslam medeniyetinde ise bilginin ulaştırılmasında insan (âlim/arif) her zaman merkezîliğini korumuştur. Kitap, Kur’an’ın konumuna nispet edildiği için tartışılmaz bir yere sahip olmasına rağmen hiçbir zaman müderrisin yerini almamıştır. Nitekim Müslümanlar Kur’an’ı da “yürüyen Kur’an” diye tavsif edilen Hz. Peygamber’in rehberliğinde öğrenmişlerdir. Kitaplar kendiliklerinden konuşmadıkları, onları konuşturmak üzere bir yetke gerektiği için İslam medeniyetinde müderrisin üstünlüğü kabul edilegelmiştir. İmam Gazali’nin kitaplarını kaybetmesinden sonra yeniden ilme başlaması ile ilgili menkıbe de kitabın ilim ve hikmeti taşıyamayacağını vurgular. Tasavvufi bilgide ise mürşidin yerine bir kitabın geçmesi ihtimal dâhilinde bile değildir. Çünkü manevi bilgi bir sırdır, ancak gönülden gönüle yol bulabilir, kuru harflerin gövdesine yüklenemez.
Bu nedenle Ortaçağ’ın Müslüman âlimleri, tek meşru bilginin icazet verilmiş bilgi ve icazet verilmiş tek bilginin de silsileye dayalı olduğuna karar vermişlerdir. Fakat bu sistem, ruhban sınıfı olmadığı için, hiçbir zaman Kilise’deki gibi bir tekelleşmeye yol açmamıştır. Ehliyet ve icazet, uzmanlığı belirleyen ana unsurlar olmuş; avam ve havas ayrımı da beşerî özelliklerden ziyade bu unsurlara dayandırılmıştır. Diğer taraftan halkın tecrübi bilgisi “örf” kavramıyla fıkıhta kendisine yer bulmuş; “sağduyu”, “kocakarı imanı” gibi kavramlaştırmalar da bilginin deruni ve sezgisel boyutunun göz ardı edilmemesini sağlamıştır . Bu nedenle bilginin demokratikleşmesi meselesinde İslam dünyasını Avrupa’dan farklılaştıran hususlar dikkate alınmalıdır.
Ama belli bir noktadan itibaren bilginin sekülerleşmesi ve malumata evrilme süreci, tüm dünya için ortak bir tecrübeye dönüştü. İnternetin yükselişi ve bloglar, vikipedi,
youtube gibi katılımcı web’in ortaya çıkışı, bilginin üretimi ve dağıtımına tamamen farklı boyutlar kazandırdı. Bu web sitelerindeki katılımcılar, bilgi ve fikirlerini paylaşmaya, web içeriğini, ürünleri, mekanları ve insanları oylamaya davet ediliyorlar. Katılımda eşitlik vurgulanırken aslında bilginin gerçeklikle irtibatı meselesi reyting sistemlerine ve “kamuoyu ortalama”sına havale edilmiş, ehliyet ve icazetse tamamen göz ardı edilmiş oluyor.
Web’de sadece bilgiler depolanmıyor, aynı zamanda birtakım reyting ve tıklanma sistemleri üzerinden derecelendirmeler yapılıyor. Mesela “Sizin aradığınız kitapla ilgilenenler şunlarla da ilgilendi” şeklindeki bilgilendirme notları, enformasyon çölünde kaybolmamanız için size link değeri üzerinden bir yol gösterme iddiası taşıyor. Aslında bunlar insanları ve oylanan temaları birbirine bağlayan, gruplandıran, değerlendiren araçlar. Değerlendirme böyle ölçütler üzerinden olduğuna göre, web’de itimat edilebilir bilginin ölçüsü bu mu? Ya da başka kriterler devreye girecek mi? Bu henüz cevaplandırılmamış bir soru.
Şu anda özellikle gençler, internetin demokratik bir bilgi kaynağı oluşundan istifade etmenin sarhoşluğunu yaşıyorlar. Binlerce insan yazdıklarınızı okuyabilsin diye ders kitabı yazmanıza ya da çok satan bir gazetede köşe yazarı olmanıza gerek yok artık. Kendinize bir web sayfası ya da blog sayfası hazırlayın, yetiyor. Hiçbir yetkilinin olmaması cehaletinizin, bilgi akışının serbest olması ve herkesin yazılanlara ulaşabilmesi ise kim olduğunuz, ehil olup olmadığınız sorusunun üstünü örtebiliyor.
Peki, internetteki bilgi, kitabın/öğretmenin yerini, reytingler sonucu ortaya çıkan “ortalama fikir” de halkın sağduyusunun yerini tutabilir mi? Sadece teknik düzeyde cevaplayamayacağımız bu soru bizi, hakikat/gerçeklik, bilgi/enformasyon, vasat/ortalama, ehliyet/eşitlik karşıtlıklarında ele alınabilecek felsefi ve varoluşsal derinliğe sahip meselelerin kucağına bırakıyor.
Paylaş
Tavsiye Et